25 Ocak Cuma – Saçma Bir Hafta

Çok SAÇMA bir hafta oldu. Bu hafta hedefim 3 gün yoga yapabilmekti. Salı günü aniden grip oluverdim. Sabah boğaz ağrısı, öğleden sonra hapşuruk. Ama öyle böyle değil. Arka arkaya, bitmek tükenmek bilmez hapşuruklar, hem de benim meşhur yüksek volümlü hapşuruklarımdan. Hayatımda hiç böylesini görmemiştim. Burnumun içi, tane karabiber solumuşçasına yanıyor, hapşuruklar bitmek bilmiyor. O kadar ki, salonda bir hapşuruyorum, yan dairedeki kadın, ‘Çok yaşa!’ diye bağırıyor (gerçekten böyle bir olay yaşandı). Gerçi binanın duvarları ince, iki yanımdaki komşularımla da ev arkadaşı gibiyiz. Geçen de ben duvarın öte yanına bağırmıştım, ‘Oh oh, Allah muhabbetinizi arttırsın,’ diye. Çalgılı sazlı eğleniyorlardı da.

Her neyse, Salı günü böyle geçince, Çarşamba günkü yoga yalan oldu. Zaten Çarşamba da, hastalığımın ikinci evresi, aşırı yorgunluk ve külçe kafa sendromunu yaşadım. Allahtan ki hapşuruklar son bulmuştu. Perşembeye iyileşiverdim. Yorgunluk bitti, nefes yolu açık, enerji yerinde. Sadece boğazda bir hassasiyet ve hafif öksürük. Ama yine de, bugün yogaya gitmemeye karar verdim. Üstelesin istemiyorum, çocukla hasta anne yan yana olmuyor. Çok şükür, iç içe olmamıza rağmen kızım hastalanmadı.

Bu haftayı bir tek yoga dersi ile kapatmış bulunuyorum. Son derece gereksiz, sıkıcı bir hafta.

Haftanın tek iç açıcı olayı İnci Kız’ın öpücük atmaya başlamış olması. O gonca dudakları büzerek baya baya sesli öpücük atıyor. Hem de, çok önemli bir iş başarmışçasına en işveli gülücüklerini vererek.

Şu durumda kızımın aldığı komut sayısı Dora’nın aldığı komut sayısı ile eşitlenmiş bulunuyor. Dora, git, gel, otur, yat, bak, al, tut, dışarı, koş gibi komutları alıyor. O da her seferinde değil yani, işine gelirse… İnci ise, aç ağzını, dilin nerde, dişlerin nerde, gözlerin nerde, kulağın nerde, göbeğin nerde, alkış, olley (eller havaya) vee son olarak bugün itibarıyla da öpücük at komutlarını başarıyla alıyor ve yine ablası Dora gibi, işine gelirse 🙂 Skor 9-9 berabere…

Herkese güzel bir haftasonu dilerim…

Not: Bugün karne günüymüş. Canım yeğenim Melisa başta olmak üzere, ilk kez karne almış olan tüm minikleri tebrik ederim…

Günlük kategorisine gönderildi | 25 Ocak Cuma – Saçma Bir Hafta için yorumlar kapalı

Tracy Hogg Kimdir Arkadaş?

Hamileliğimin başından beri Tracy Hogg diye bir ablanın adını duyuyorum. Bebekleri eğitiyormuş. Bebekler eğitilmeliymiş çünkü onlar doğduklarında, daha ne zaman nasıl uyuyacaklarını, ne zaman, nasıl yiyeceklerini bilmiyorlarmış. Ben de çalışkan öğrenci modeli, hamileliğimin son birkaç ayında hemen bu ablanın kitaplarından birini edindim. İlk kez bir bebekle bu kadar samimi olacağım için, ha dedim demek çocuk kara cahil gelecek dünyaya, bunları tek tek öğretmem gerekecek. Çizgili metot defterime tek tek yazdım, özet çıkardım. Tablolar yaptım, uyku ve yemek tabloları. Bebiş geldiğinde ben elimde tebeşir, kara tahtanın başında bekliyordum.

Ancak gerçek durum hiç de böyle olmadı, en azından bizde olmadı. Bebek 3 kilo ve üzeri doğduysa 3 saatte bir emecekmiş, daha erken olmaz. Memede zinhar uyumayacak, ne yap ne et uyandır, memeden ayır, biraz aktivite yaptır sonra uyut. Gece şu kadar saat emmeden uyusun, bebeğin gelişimi için gece uykusu çok önemli, gece 12’den sabah 6’ya uyansa da emzirme, kucağına al, yatır, ağlarsa yine al, susunca yatır, yatır kaldır yatır. Çünkü gece ememez, gece kesintisiz uyumayı bilmiyor, sen öğret.

Bebeğimi epidural sezaryen ile doğurdum. Aslında normal doğum için çok uğraştık. Ama 41 haftayı bitirmiş, 42’de seyrediyorduk, baktık benim kız gayet rahat içeride, hiç gelesi yok, doktor daha fazla beklemeyi riskli buldu. Doğumun gerçekleştiği gün son bir kontrol için hastaneye gitmiştik, doktor beni bir muayene etti, zaten o muayenenin sonunda ben de ikna olmuştum epidural sezaryene.

Her neyse. Demem o ki, doğumun ardından bebeğimi ilk kucağıma verdiklerinde, kendisi öyle bir kararlılık ve azimle memeye yapıştı ki, şimdi nasıl olacak, nasıl emzirmeli diye debelenen ben de anladım ki ortada bir tek kara cahil var o da benim, bebeğim değil. Sonrasında da sadece iç güdülerimi izledim. Hele bazı ekoller var, bırak bebek beş on dakika yatağında ağlasınmış. Yok ya! Çok istiyorsan sen çocuğunu bırak ağlasın, bana gelmez kusura bakma. Tracy Abla, bırak ağlasın demiyor ama, gece yarısı meme için ağlayan bebeğine meme verme, kucağına al avut, sustur, yerine yatır, her ağladığında da bunu tekrarla diyor. Bence birincisinden daha da kötü bir teklif bu. Şimdi durup bir de bebeğin gözünden bakalım duruma. Doğmadan önce birileri buna demiş ki, korkma, başlarda konuşamayacaksın ama ağlayarak derdini anlatabileceksin. Annen baban ağlamandan ne istediğini çözecekler. Nerdeee! Zavallım kendini yırtsa da gece yarısı süt/meme/yakınlık istediğini annesine anlatamaz çünkü anne o sırada kendisine gece kesintisiz uykuyu dayatmakla meşgul.

Yok arkadaş, Tracy Abla’yı da kitabını da attım gitti. Her ağladığında bebeğime cevap verdim. Bizim de bir düzenimiz, saatlerimiz var, ama bu düzeni kızımla beraber oluşturduk. Kızım bana öğretti. Onun biyolojik saatine ve ihtiyaçlarına uygun bir düzenimiz, kendiliğinden oluştu. Gece uyanıyor mu, evet! Ben de paşa paşa sıcak yatağımdan kalkıp bebeğimi kucağıma alıyor, emzirip avutuyorum. O kadarını da yapıvereyim. Neticede anneyim.

Bu Tracy Abla’yı google’ladım. Kredibilitesi nedir, bir bakalım dedim. Kadın İngiliz kökenli bir hemşire. İki çocuğunu İngiltere’de babaneye bırakarak yeni kocasıyla yeni dünyaya gitmiş, Hollywood’dan bir iki ünlünün çocuklarına nasıl yiyip içeceklerini, ne zaman uyuyup ne zaman uyanacaklarını öğretmiş, sonra da “How to do sth for idiots” serilerine hasta Amerikalılar için bir iki kitap yazarak hasbelkader bebek bakım gurusu ilan edilmiş biri.

İlla bir ekolü, birini takip etmek gerekiyorsa ben de Prof William Sears’i takip ediyorum arkadaş. Adam Prof, bütün ailesi doktor, sekiz tane çocuğu var, Kanada’da dünyanın en büyük çocuk hastanelerinden birinde çalışıyor ve Natural Parenting’i savunuyor. Her bebek farklıdır, her aile farklıdır diyor. Ben de Sears’ciyim hadi bakalım 🙂

Şaka bir yana, sevgili okur, öğrendim ki her anne farklı, her bebek farklı. İnşallah hepimiz, hem bizler hem de bebeklerimiz için en iyi sonucu veren yöntemi bularak sevgiyle büyütelim çocuklarımızı. Hogg’u takip etmeyi seçenler yanlış yapıyor değil elbette, demek ki onlar için en uygun olan Hogg’un yöntemi. Benimkisi işin latifesi 🙂

Günlük kategorisine gönderildi | 2 yorum

21 Ocak Pazartesi

Cumartesi günü eşimle beraber Meydan’da ‘Ceren ile Celal’e gittik. Malesef büyük bir hayal kırıklığıydı. Oysa biz Recep İvedik’e bile gülen bir çiftiz. Ama bu olmamış Şahan, malesef İvedik’lerin bile gerisinde kalmış. Filmi Ezgi Mola’nın güzel yüzü ve sempatikliği bile kurtaramamış. Ezgi Mola ekrana inanılmaz yakışıyor. Genelde aynı rolleri oynatıyorlar kızcağıza. Ben onu farklı rollerde de merak ediyorum. Hele bir de zayıfladı, çok güzel oldu. Neyse, filmin son yarım saatine katlanamadık. Bitse de gitsek moduna girdik. Yine de bir iki sahnede epey güldüm. Koskoca iki saatlik filmde bir ya da iki kere güzel güldüm. Yetmedi tabi.

Bu sabah ailece, karga kahvaltısını etmeden uyandık. Bari bir film açalım dedik, ‘The Company Men’i izledik. Ben Affleck ve bir dolu ünlü isim. Film, Amerika’daki son finansal krizde, toplu işten çıkarım yapan bir bankada çalışanların yaşadığı sıkıntıları anlatıyor. Affleck, 12 senedir aynı bankada üst seviyelerde çalışan bir finansçı. Harika bir evi, iyi bir maaşı, güzel bir ailesi falan var. Bir anda kapının önünde buluyor kendisini. İş aramaya başlıyor ama en son aldığı maaş, bulunduğu pozisyon hayal oluyor onun için. Epey bir geriden başlaması gerekiyor, zaten iş de bulamıyor bir süre. Bizde de olmuştu benzer bir kriz, 2001 miydi? Özellikle finansçılar işsiz kalmıştı. Ne garip değil mi? Risk sevmeyen bir insansın, iyi okullardan mezun olup en güzel para veren sektörlerden birinin en büyük bankalarından birinde işe başlıyorsun. Risk sevmediğin için 10 küsur sene aynı kurumda dirsek çürütüyor, dişinle tırnağınla yükseliyorsun. Millet sevdiği işlerin peşini kovalayıp maceradan maceraya atlarken sen yok diyorsun, risk alamam, en güvenilir yol benimki, onların sonu ağustos böceğinin hazin sonu gibi olacak ve BUM! Bir anda kendini sokakta buluveriyorsun. Hakikaten acıklı. Filmde adamları işten çıkarırken psikolojileri biraz toparlansın diye son bir eğitime alıyorlar. Bunlar bir daire etrafında oturuyor, eğitimi veren abla bizimkileri bir ağızdan bağırttırıyor, “I will win, because I have faith, courage and enthusiasm!” güler misin ağlar mısın şimdi. Yine de bu uygulamayı sevdim. Bizde büyük bankalardan biri çalışanlarını, arka taraflarına tekmeyle kovalamıştı. Rivayete göre önce çalışanlarına akşam mesaiye kalın toplantı var demişler, ardından 18:30’daki toplantıda da herkese kovuldunuz servisler çalışmayacak, yarın da gelmeyin deyivermişler.

Yaa sevgili okur, dünyanın bin türlü hali var. O halde yine en iyisi herhangi bir kişiye, kuruma, duruma fazlaca bel bağlamamak. Riskten deli gibi kaçmak yerine, biraz risk biraz macera, dengelemek.

Bugün Yara’nın dersine gittim elbette. Harika bir dersti. Hava süper. Güneş pırıl pırıl. Dersten enerji dolu çıktım. Bu haftaki hedefim, çarşamba ve cuma günleri de yoga yapmak, yani haftada 2 yerine 3 gün yoga yapmak. Aslında 5 gün yapmak istiyorum malum, ama bir türlü olmadı, ya dersler iptal oldu, ya grip oldum, ya da belim tuttu… O nedenle hedefi 3’e indirmiş bulunuyorum 🙂

Bugünkü yazıyı şöyle bitirmek istiyorum, “I WIN because I have FAITH, COURAGE and ENTHUSIASM” Hepinize iyi haftalar…

Günlük kategorisine gönderildi | 21 Ocak Pazartesi için yorumlar kapalı

ELİF – BÖLÜM IV

Derya ile Semaver’e oturduk. Birer çay söyledik. Olanları anlattım. O da çok şaşırdı. Kızı sıkıştırdım biraz, gerçeği biliyor da benden mi saklıyordu acaba. Bozuldu, böyle bir şey saklanır mıymış. Hiç mi güvenmiyor muşum ona, diye bir süre surat yaptı. Özür diledim. Kaç senedir tanışıyorlardı halbuki. Demek Cem bu yalanı herkese karşı senelerdir sürdürüyordu. Öyle masum, anlık ağzından kaçırdığı bir şey değildi. Fazlaca kapsamlı ve üzerinde düşünülmüş bir yalandı, besbelli. Sadece bana değil, herkese söylenmiş bir yalan. Üstelik dallı budaklı, üst üste binmiş, giderek büyümüş bir yalan. O kadar ki, belki Cem bile inanıyordu kendi yalanına.

Derya, “Cem ile yüzleşmelisin,” dedi. “Fazla kafanı yorma, git anlat, bakalım nasıl savunacak kendini…” Bol yüzüklü, ince uzun parmaklarıyla masanın üzerindeki telefonu bana doğru itti, “Hadi ara!”dedi.

Derya’yı bir iki senedir tanıyordum, ama aynı yerde çalıştığımızdan, gecemiz gündüzümüz beraber geçerdi. Güldüğünü kolay kolay göremezdiniz. Üzerinde gereğinden ağır bir hava vardı. Az konuşurdu, az gülerdi, az yerdi. Mert ise onun tam tersi, gördüğüm en konuşkan, dışadönük, iyimser adamlardan biriydi. Bir biçimde birbirlerini tamamlıyorlardı herhalde. Ben onları tanıdığımdan beri nişanlıydılar. Biraz para yapıp evlenmek istiyorlardı.

Telefonu geri ittim. “Hiç içimden gelmiyor. Neyini soracam, herşey ortada işte. Şimdi bin kere özür dileyecek, bitanecim bi daha yapmam bitanecim diyecek… Aynı tas aynı hamam…”

Derya, “Ee n’apcan ki başka? Ömür boyu kaçacak mısın ondan? Bir açıklama bile yapmadan…”

Aslında yapmak istediğim tam da buydu. ‘Puff!’ diye ortadan yok olmak! Bambaşka bir yerde, bambaşka bir hayata uyanmak.

Telefonu elime aldım, Cem’i aradım. İlk çalışta açtı, telaşla “Bitanecim, bitanecim çok merak ettim, nerdesin? Hemen geleyim, nerdesin? Niye açmadın telefonlarımı? Akşamdan beri kırk kere aradım…”

Hemen konuya girdim, “Cem, dün senin üniversitene gittim, öğrenci işlerinden kaydını soruşturdum, bil bakalım ne dediler?”

Soluğu hızlandı, boğuk bir sesle geveledi, “Hı ne, niye?”

“Kaydın maydın yokmuş, okulla bir ilişiğin yokmuş…”

Bağırmaya başladı, “Saçmalama, ne saçmalıyorsun, 55543 dedin mi? dedin mi?”

“Ne zırvalıyorsun, ne 5’i ne 3’ü?”

“Numaram, okul numaramı söyledin mi?”

“Cem ne zırvalıyorsun, bir daha beni arama tamam mı, arama beni, bırak peşimi. Nesin, kimsin belli değil, düş yakamdan…”

“Geliyorum, hemen oraya geliyorum, bitanecim anlatıcam, yanlışlık var, söylicem, nerdesin sen, nerdesin?”

“Buraya gelme, Derya’yla beraberim. Birazdan mesai başlayacak. Seni görmek istemiyorum.”

Deli gibi bağırmaya başladı, mesaiden önce görüşelim diye yalvardı. Hayır, dedim.

Derya gözlerini bana dikmiş bakıyordu. “Ya bi görseydin çocuğu be, bir şans ver de açıklasın,”

Cevap vermedim. Saat 2’ye geliyordu, kalktık, Bahçe’ye yollandık.

Hava soğuktu, hafta başı da olduğundan Bahçe’de bir masa bile yoktu. Önlükleri taktık. Sabahçılardan işi devraldık, akşama bir düğün yemeği vardı. Servis için masaları ve bahçeyi hazırlamaya giriştik. Mert süslemeleri almak için Eminönü’ne gitmişti. Az da olsa Bahçe’de böyle nişan, düğün yemekleri verilirdi. Genellikle, kır düğünü atmosferi yaratırdık davetliler için. Nezih, hoş geçerdi kutlamalar. 

Mert, yarım saat sonra eli kolu dolu geldi. Yüzünde kocaman bir gülümseme vardı, içi içine sığmıyor gibiydi.

“Kızlaaar, bilin bakalım ne oldu?” dedi. Boş boş yüzüne baktık, “Karşınızda bir transatlantik yolcusu duruyor, gelsin paralar…”dedi, Derya’yı kucakladığı gibi etrafında iki tur döndürdü. Derya’nın kaşı gözü değişti. Dudakları gülüyordu ama yüzünün kalanı endişe ve hüzün içindeydi. Yarım ağız, “Tebrikler,” dedi. Önlüğünü düzeltti, peçeteleri katlamaya başladı.

Mert ile göz göze geldik. Bir bahane ile yanlarından uzaklaştım. Mert’in sesini duyabiliyordum, “Kızım sevinmedin mi? Söz bak en fazla üç kontrat gidicem, her kontratta en az on beş bin dolar kaldırılıyormuş. Üç kontrata  bir ev parası toplarım ben. Hem gemide para harcanacak yer de yok, söz bak yemicem içmicem biriktiricem. Dönüşte de hemen evimizi alıcam. Fıstığım, hadi gül bakayım,” dedi ve kızı belinden sarıp kendine doğru çekti .

Mert geçen seneden beri bu gemi işini diline dolamıştı. Ankara’da bir acenta varmış, yurt dışında seyahat eden Amerikan bandrollü transatlantiklere servis elemanı yolluyormuş. Bu gemiler dev yolcu gemileriymiş. Özellikle Amerikalı turistler bunlarla dünyayı geziyorlarmuş. Garsonlar da, bonkör Amerikalı’lardan topladıkları bahşişlerle, memleketlerinde yatlar katlar alıyorlarmış. Aslında bana da  başvur demişti Mert, İngilizcem olduğundan şansım çokmuş. Hele de kızları çok daha kolay alıyorlarmış işe. Ben annemi bırakamam diye hiç oralı olmamıştım. Derya’nın da malesef İngilizcesi yoktu, o da başvuramadıydı. Aslında Derya’yla ben, Mert’in de gidebileceğine inanmamıştık. O anlatıp duruyordu ama bize çok uzak görünmüştü. Acenta dolandırıcı çıkabilir, demiştik. Dikkat etsindi de parasını kaptırmasındı. Derya gülüyordu, “Bırak kaptırsın da görsün gününü,” diyordu. Ona kalsa burada da güzel para kazanıyorlardı, evlenseler gül gibi geçinip giderlerdi. Ama Mert’in maceracı bir ruhu vardı işte. Aylar evvel bu iş için Ankara’ya gidip gelmişti. Kurs mu ne almıştı. Adamlar mülakat yapıyormuş, servis bilgisi, şarap bilgisi falan soruyorlarmış. Hem İngilizceni hem de mesleki bilgini ölçüyorlarmış. Epey bir çalışmıştı Mert. O şarapları, üzümleri tek tek ezberlemişti. Sonra da İstanbul’da bir otelde sözlüye girmişti. Sonunda olumlu yanıt gelmişti işte, gidiyordu.

Derya’nın yanına gittim, masada oturmuş peçete katlıyordu. Oturdum, elini tuttum. “İstersen seni İngilizce çalıştırırım, sen de gidersin,” dedim. Gözlerimin içine baktı, gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı, elini çekti, kalktı, tuvalete gitti. Mert’in de yüzü düşmüştü. Ben, “Sen git bir bak bence,” dedim. Mert,”Biraz yalnız kalsın, kendine gelsin, hadi kalk geç olmadan şu süsleri halledelim,” dedi.

Bahçenin tüm ısıtıcılarını açtık, rüzgarı kessin diye brandalarını gerdik. Her tarafta kağıt fenerler, kedi merdivenleri. Ağaçların arasında dallara sarılı ışık demetleri. Büyüleyici bir atmosfere bürünmüştü mekan. 

Düğün yemeği rezervasyonu 40 kişilikti. Akşam 7’de grup gelmeye başladı. 7:30 gibi siparişleri verdiler. Genelde gençlerden oluşan, şen şakrak bir gruptu. Kadehler kalktı, danslar edildi. Gelinle damat tangocuymuş, arkadaşları da öyle tabi. Gece boyu eski tangolar eşliğinde dans ettiler. Ben ilk kez böyle canlı canlı tango yapan birilerini gördüm. Adeta nefesim kesildi. Hayran kaldım. Erkekler takım elbiseli, kadınların hepsi birbirinden şık ve zarif.

Bu gece birilerinin eğleniyor olması bana da iyi geldi. İş hızlanınca Derya da kendisini işe kaptırdı ve biraz toparlandı. Mert her seferinde onun gönlünü almayı bilirdi zaten. Hem zaten kız ona öylesine aşıktı ki…

Belki de sorun buydu işte, aşk! Ben böyle aniden Cem’i hayatımdan silebiliyordum, çünkü aşık maşık değildim ona.

Başlangıçları verdik. Ana yemeklerin ardından pastayı kesecektik. Davetlilerin kadehleri boşaldıkça, kahkahaları da artıyordu. Pam pam pam, tangoya devam. Erkekler sırayla kadınları dansa kaldırıyor, kadınlar eteklerini savura savura pistte dönüyorlardı. Pasta kesmeden önce hepsi piste kalktı. Aileden yaşlıca biri, çiftin nişan yüzüklerini taktı, kurdelayı kesti ve bir anda tüm davetliler nişanlı çifti piste çekmeye başladılar. Kadınlar damadı sırayla dansa davet etti, erkekler de gelini. Gelinle damat sırayla tüm davetlilerle kısa kısa dans ettiler ve en son tangoyu da birbirlerine sakladılar. Gecenin son tangosunu beraber yaptılar. Hayatımda gördüğüm en romantik danslardan biriydi. Dans biterken biz dört katlı pastayı piste getirdik, maytaplar yanmaya başladı, alkış kıyamet…

Tam o sırada, giriş tarafından bir gürültü duyduk. Güvenlik Murat’ın sesi geldi, “Abi giremezsin, salon kapalı,” sonra biri, “Eliiiiiffff, Eliiiiiiiffff…”diye bağırdı. Aman Allah’ım! Bizimki elinde bir demet gül, Murat’ın kollarından kurtulmak için silkinerek Bahçe’ye dalıverdi. Sonunda güvenliğin elinden kurtuldu, dizlerinin üstüne eğilerek ayaklarıma kapandı. Tüm davetliler sus pus bize bakıyorlardı. Elindeki gülleri bana uzatarak, “Affet, sensiz yaşayamam, Elif beni affet,” dedi. Güvenlik Murat apar topar bunu yakasından tuttu, yerden kaldırdı. Kapıya doğru sürüklerken bizimki hala bağırıyordu, “Eliiifff, sensiz yaşayamam, duydun mu, öldürürüm kendimi, duydun mu Eliiiiiifff…” Ben öylece kalakalmıştım.  İşletme müdürü ile göz göze geldik. Bunu sonra konuşacaktık besbelli. Davetliler homurdandı. Gelinin babası işletme müdürünü çağırıp bir güzel haşladı. Zaten ikramlar bitmiş, pasta kesilmiş, danslar edilmişti. Ağızlarının tadı da kaçtığından yavaş yavaş dağılmaya başladılar.

Onları uğurladık, kapanışa geçtik. Hesaplar yapılırken, İlker, işletme müdürü, beni yanına çağırdı, “Bunu yarın konuşalım,” dedi.

Mert raporları alıyordu, bahşişi sordum, “kelek” dedi. “Adamlar koskoca düğün yemeğinde yediler, içtiler, dans ettiler, neredeyse hiç bahşiş atmadan gitmişler.” Mert, Derya, çocuklar hiçbir şey demediler ya, hepimiz bunun Cem’in son dakika golü nedeniyle olduğunu bal gibi biliyorduk.

Bire doğru işimiz bitti, çıktık. Ben çocuklara veda edip hemen fırladım. Gün yorucu geçmişti, erken erken eve gidip ayaklarımı uzatmak istiyordum. Dükkandan yüz metre uzaklaşmadan beyefendi karşıma dikildi. Ona direnecek gücüm yoktu gece gece. Sarılmasına izin verdim. Arbedede bir miktar yıpranmış olan gülleri elime tutuşturdu, aldım. Teşekkür ettim. Eve doğru yürümeye koyulduk. Kapıya vardığımızda beni öpmek istedi, durdurdum.

“Cem, bu iş yürümeyecek, bunu ne kadar çabuk kabullenirsen  ikimiz için de o kadar iyi,” dedim. Kollarımı sıktı, beni sarsarak, “Bitanecim, deme öyle” dedi. Gözlerinde beni korkutan bir ışık vardı. Beni omuzlarımdan sarsarak, “Bitanecim, seni kazanabilmek için söyledim o yalanı. İşsiz güçsüz, hayta demeyesin, dedim. Zaten bu yıl sınavlara girecektim yeniden, zaten kazanacaktım orayı. Hadi, affettim de, hadi,” dedi. Gece gece kapı önünde konu uzasın istemedim. “Bunları yarın salim kafayla konuşalım, olur mu?” dedim. “Olmaz, uyuyamam bu gece, affettim de, hadi, de!” dedi. Gözleri kısılmış, sesi boğuk boğuktu. “Tamam, affettim, hadi bırak gideyim,” dedim. Yanağımdan öptü, ceketimin kollarını bıraktı, anahtarı çıkarıp içeri girene kadar arkamdan baktı. Alelacele yukarı çıktım, eve girdim, kapıyı örterek yere çöktüm. Cem bitmişti benim için, ama bunu ona anlatmak o kadar da kolay olmayacaktı.

DEVAM EDECEK…

Arkası Yarın-Bir Roman Denemesi kategorisine gönderildi | ELİF – BÖLÜM IV için yorumlar kapalı

18 Ocak Cuma – Hafta Biterken

Bu hafta berbat bir bel ağrısı ile geçti. Hafta başında Pazartesi günü Yara’nın dersine girebilmiştim, sonrasında bel ağrısından derslere giremedim. Ama bugün de Yara vardı, topladım kendimi ve derse gittim. Çok da güzel bir ders oldu. Bu kez farklı bir arm-balance poz denedim: Side Crow – Parsva Bakasana (görsel bulup ekleyeceğim bir ara, şimdi vaktim yok pek) Yine benim için imkansız gibi görünen pozlardan biriydi. Geçen ders denemek bile istememiştim, bu ders denedim, ayaklarımı az da olsa yerden kaldırabildim. Eminim bir kaç deneme sonra bunu da yapabilir olacağım. İş ki zihindeki engel kırılsın. O da bugün kırıldı.

Kardeşimden gelen destek ile vakti zamanında başladığım roman denememin bir sonraki bölümünü yazmaya koyuldum bu hafta. O konuda da zihinde bir engel var. Bir romanı yazıp bitirmek bana İMKANSIZ görünüyor. Oysa bölümleri yazıp bitirmek çok daha kolay. Sadece, roman olayı çok büyük konsantrasyon istiyor. İnsan bir miktar bu dünyadan kopup gidiyor, kendi kurduğu dünyada yaşamaya başlıyor. Şimdi ufak bir bebekle bu kopuşlar pek de hayırlı olmayabilir. Göreceğiz. Akışa bırakıyorum, iyi ya da kötü olur, bilemem. En azından yola çıktık, deneyeceğiz.

Aslında özellikle roman-öykü gibi kurmaca yazarken, insanı en çok motive eden şey birilerinin seni okuyor olması, hele de olumlu eleştiriler geliyorsa, insan mutluluktan uçuyor.

Burada, “kızım sana diyorum, gelinim sen anla” yaptım sevgili okur. “Roman denememi oku, hikayelerimi de oku, bana yorum yap,” gibi manalar çıkarmış olabilirsin, bilemem… 🙂

İki gecedir rüyamda, yıllar önce kaybettiğimiz, annemin teyzesini(bildiğim tek anneannemi) görüyorum. Gece 3 gibi İnci’nin kalk borusu ile uyandığımda rüyanın ortasındaydım, hafızam tazeyken hemen kalem kağıt buldum yazdım.

Evvelsi gece, anneannem ve yine annemin vefat etmiş dayısı bizim eski evimize gelmişler, sonra birşeye bozulup kalkıp gidiyorlar, “Anneanne, bu haftasonu sana ve Bekir Enişte’ye gelicez,” diyorum, yine de gönlünü alamıyorum, gidiyor…

Dün gece de, ben sokakta yürürken, yokuş yukarı gelen kalabalık bir güruh görüyorum, biraz da arbede var, böyle gösteri yürüyüşü gibi birşey, hemen kaçıp bir evin arka bahçesine saklanıyorum, çalıların ardına, a bir bakıyorum orada bir başka çocuk daha var (sanırım ben de çocuğum), sonra Anneannem gelip beni oradan alıyor, ama böyle kurtarmaya gelir gibi değil de sanki beni arkadaşıma bırakmış da akşamına almaya gelmiş gibi… Hayırdır inşallah. Sanırım bir yasin okuyacağım.

Haftasonumuz hareketli geçecek, anlatırım. Herkese iyi haftasonları…

 

 

 

Günlük kategorisine gönderildi | 18 Ocak Cuma – Hafta Biterken için yorumlar kapalı

15 Ocak Salı

Dün Osman belime tiger-balm benzeri bir yakı sürdü. Kızı uyutmak için biraz çaba sarf ettim, ama baktım uyku gözü yok, kendi haline bıraktım. Saat 21:30 gibi Osman’ın kucağında sızdı…

Dün gece kızın dişlerine dentinox sürdüm, belki o nedenle ağrısı (varsa) azaldı ve nispeten iyi uyudu. Sabaha karşı 4’e kadar sadece 3 saatte bir uyandı, sonra, 5:00, 6:00 ve en son 7:00’de komple uyandı. Ama keyfi çok yerindeydi çok şükür. Ben de iyi uyandım. Belimin sızısı azalmıştı. Yine hassas tabii, ama bu bile çok iyi.

Bu sabah ‘The Sivananda Companion to Yoga’yı okuyorum. Yazarı Swami Vishnu Devananda.

Ben elbette müslümanım. Farklı bir din arayışında da değilim. Bizim dinimizin tam ve yeterince iyi olduğuna inanıyorum. Hele ki tasavvuf ile ilgilenmeye başlasam eminim ki tüm sorularıma cevap bulacağım. Tasavvufun yorumunu kendime yakın buluyorum, çünkü korku değil, sevgi odaklı.

Ama, yoganın fiziksel boyutu ile ilgilenirken doğal olarak insan merak ediyor, bu öğreti nereden doğmuş, nasıl doğmuş vs. Ve o zaman da fiziksel asanaların aslında seni ruhani yolculuğa çıkaran bir araç olduğunu anlıyorsun. İşte o vakit dini bir yolculuk da başlamış oluyor. Hiçbir konuda radikal değilim. Her dinin aynı kapıya çıktığına inanıyorum. Değişik öğretileri okuyup içinden bana uyanları toplamak hoşuma gidiyor.

Şimdi tabi yolun çok başındayım. Bakalım neler bana iyi gelecek, neleri toplayacağım, neleri bırakacağım göreceğiz.

Sizi de haberdar ederim 🙂

PS: Caddebostan Cafe Nero’da oturuyorum. Biraz önce 2 anne geldi buraya, çocuklarıyla, karşıma oturdular. Bir tanesi o kadar yüksek sesle konuşuyordu ki istemeden sohbetlerine kulak misafiri oldum. Kadın diyor ki, “Elbette Türkiye’de de çalışmak istiyorum. Ama buradaki sistem Almanya’daki gibi değil. Orada anne çocuğunu işyerinin kreşine bırakıyor. Kahve molalarında gidip çocuğunu görüyor. Sonra, çocuğunu saat 16:00’da alıp eve gidiyor. Çocuk uyuduktan sonra 2 saat de evden çalışıyor. Bu arada çocuk hasta ise doktor anneye de rapor veriyor ve anne, çocuğu iyileşene kadar ofise gitmiyor, tabii eşşek değilse evden çalışıyor. Bir de yıllık izinler 6 hafta. İki hafta neye yeter ki?”

Oooooh(a)!.. Ne güzelmiş sevgili okur. Bu 6 haftaya bir de bayramı seyranı ekle, vay anam vay… Eee bu imkanlar bize sunulsun biz de memnuniyetle çalışan anne oluruz yani 🙁

Bugünlük bu kadar diyelim. Ben sağlıklı kek yapmak üzere eve yollanıyorum. Sizlere iyi haftalar dilerim.

Mesailer su gibi akıp geçsin, işler yolunda gitsin. Az toplantılı, çok verimli bir hafta olsun. Sevgiler…

Günlük kategorisine gönderildi | 2 yorum

13 Ocak 2013 – Pazar

Allahım, Allahım çok yorgunum. Belim ağrıyor. Hani dün demiştim ya, İnci gece uykusuna geçti, artık uyansa da tam ayılmaz, sorun yok, diye… Hiç de öyle olmadı. İnci gece yarısı bir uyandı, tam uyandı. Ne emiyor, ne birşey. Zombi gibi ayakta. Gayet ayık. Bir önceki gece ve cumartesi günü de zorlu geçmişti, tüm hayalim güzel bir gece uykusuydu, o da olmadı. Bizim evde genelde çocuk benim işim. Şu anda çalışmadığım ve bir yardımcımız olduğu için de bunun böyle olmasını normal karşılıyorum. Ama bazı durumlarda, yorgunluktan olacak, sabrım taşıyor, resmen sinirleniyorum. İşte öyle anlarda kızı hemen babaya postalıyorum. Dün gece de baktım sinirler geriliyor, İnci’yi babasına veriverdim. Ama iş o raddeye gelene kadar kızı uyutmak için bir takla atmadığım kaldı. Herneyse, Allahtan kocacım kızı biraz oyaladı ve ben 1-2 saat uyudum, kendime geldim. Sonra yine sabaha kadar nöbet bendeydi. Saat başı kalk borusuna uyandık.

Bu sabah güya Buyaka’ya gidecektik, toparlanmak zor geldi, vazgeçtik. Akşamüstü arkadaşlarımız bize uğradılar. Öncesinde ben evi toparladım, süpürdüm, sildim. Onlar gelince, kız da biraz oyalanmış oldu. Kızımın çocuklara ve bebeklere karşı aşırı bir ilgisi var. Benimki arkadaşımın kızının peşini bırakmadı, resmen yakasına yapıştı çocuğun. Çok komikti. Oynadı, yoruldu, onlar kalkar kalkmaz da uyudu. Umarım bu gece daha güzel geçer.

Sanırım bu huysuzlukların sebebi yeni gelen dişler. Yavrucağın bütün diş etleri kabardı. Zaten toplam dört diş çıkmıştı, iki tane daha baş verdi, bence daha da gelecek var yakında. Herneyse, bu kadar İnci yeter…

Bloğumu halka açtığımdan beri 🙂 yazılarıma bir miktar filtreleme yaptığımı farkettim. Aslında bunu yapmak istemiyorum ama kendiliğinden oluyor. Bir çeşit otomatik filtreleme sistemi devreye giriveriyor. Nedeni, tüm canlılarda var olan ‘acıdan kaçma, hazza yönelme’ içgüdüsü.

Bu konuyu biraz daha açmak gerekirse, insan böyle tüm özelini ortaya dökünce, doğal olarak karşı tarafa da seni yargılama hakkı doğuyor. Bazıları kendi doğrularından o kadar emin ki, sana kafa göz dalabiliyorlar. Boşu boşuna senin de başın ağrımış oluyor. Bu arada, ben de o ‘bazıları’ sınıfına giriyorum, yani ben de genellikle kendi doğrularımdan fazla eminim. Birilerini okurken, dinlerken içimden hep ‘Ay ben onu hayatta öyle yapmam’ derken yakalıyorum kendimi. Her ne kadar uyuz insan olmamak için kendimi durdurmaya çalışsam da sıklıkla kendi seçimlerimin ne kadar da doğru olduğunu insanlara dayatabiliyorum. Oysa bana yapıldığında bundan nefret ediyorum.

Zaten ilginç birşey keşfettim. Bir kimse, bir başka kimsenin herhangi bir huyunu hiç sevmediğini söylüyorsa, genelde kendisinde de aynı huy var oluyor. Örneğin, bana kocasının çok ve boş konuştuğundan yakınan bir tanıdığım var. Kadının iki lafından biri, kocasının ne kadar çok ve ne kadar boş konuştuğu. Halbuki bu kadının kendisi de o kadar çok ve boş konuşuyor ki, size ANLATAMAM. Öyle ki, bir hikayeye başlayıp da sonunu getirmişliği yok, çünkü daldan dala atlayarak cümlenin başını sonunu unutuyor. Bu sebeple, birinin bir davranışı, huyu hoşuma gitmediğinde önce dönüp kendimi sorguluyorum, ben de öyle miyim diye. Genelde de cevap EVET oluyor. Siz de deneyin, bakın göreceksiniz. Hani kişisel gelişim kitapları der ya, karşındaki kişi seni sana aynalar/yansıtır. Bu galiba doğru. Mesela, birinin düşüncesiz, bencil olduğunu mu düşünüyorsun, dön bir aynaya bak, sen de zaman zaman düşüncesiz ve bencil misin acaba?

Cevap mutlaka ki EVET, ama insan bunu kabullenmek istemiyor. Haklı ve Mutlu olmak tatlı geliyor.

Size küçük bir egzersiz önerebilir miyim? Bu günden sonra sizi ilk rahatsız eden kişi/davranışı not eder misiniz? Örnek: Ayşe çok bencil ve düşüncesiz. Sonra da kendinize şunu sorun, ‘Acaba ben de düşüncesiz ve bencil miyim? Eğer kendinize objektif ve yeterince iyi bakarsanız göreceksiniz ki cevap EVET! Bazı durumlarda siz de düşüncesiz ve bencilsiniz. Şimdi, ‘Eee?’ diyebilirsiniz. Bunun bir adım ötesi de şu: diğerlerini değiştirmekle uğraşma, enerjini, kendini düzeltmeye harca, çünkü dış dünya seni sana aynalıyor. Yani, sen düzeldikçe onlar da düzelecek. Biraz deli işi tabi. Ben çoğunlukla beceremiyorum. Haklı ve mutlu olmak tatlı geliyor 🙂 Onlar kötü, ben iyiyim 🙂

Bu arada, İnci uyuyunca kendime bir kıyak geçtim, yılbaşı gecesinden kalan şarabı kadehime doldurdum, ilk yudumda da çakırkeyif oldum. Bir de böyle bir durum var, çocukluysan ASLA sarhoş olamıyorsun. Ancak, çocuğa bakacak birilerini ayarlamışsan, belki. Şimdi benim kız her an uyanabilir, o halde sarhoş olmamalıym. Sarhoş olmamalıyım… Not: şu yazıya başladığımdan beri iki kez uyandı bile 🙁 ve ben sarhoj deilimmm…

Not: Mesela ben hiç, çok ve boş konuşmam, hele daldan dala hiç atlamam, öyle de mikemmel biriyim yani :p

 

Günlük kategorisine gönderildi | 13 Ocak 2013 – Pazar için yorumlar kapalı

Cumartesi Mızığı

Bugün İnci Kız çok mızmızdı. Bütün gün yavru ördek gibi mızır mızır peşimde dolandı. Tek elinde maymununu sürükleyerek paytak paytak yürüyor, ben kaçıyorum o geliyor. Ve sürekli söyleniyor. Çok şükür ki biraz evvel gece uykusuna geçti. Ara ara uyanıyor ama, tam ayılmadan yeniden bayılır artık, sorun yok.

Ben de ayaklarımı uzattım, dinleniyorum. Ve dinlenirken ne yapıyorum dersin? Az evvel uyusun da rahatlayayım diye dua ettiğim cumartesi mızığımın resimlerine bakıyorum. Ay may bu da tatlı, şu çok daha tatlı diyorum kendi kendime. Fena, çok fena…

Yarın kahvaltı için randevumuz vardı, malesef son anda iptal oldu 🙁 Biz de ailecek takılacağız.

Çocuk olmadan evvel AVM’lerden nefret ederdim. Hatta millet buraya nasıl ve neden çocuk getirir diye de insanları eleştirirdim. Henüz anne/baba olmadıysan, dur okur, bekle de gör, tasvip etmediğin neleri neleri yaparken bulacaksın kendini. İlk aylardaki idealist havalar bir süre sonra puf puf sönmeye başlıyor 🙂 Sönsün de zaten. Yoksa mom-zilla olarak devam edersin hayatına. Evet, sonuç olarak yarın Meydan Buyaka’dayız. Hani yılın ilk sabahı gitmiş çok da güzel vakit geçirmiştik ya, bakalım bu sefer de şansımız yaver gidecek mi, kız duracak mı, yiyecek mi, uyuyacak mı vs vs göreceğiz. 

Not: Ey okur, bekar ve/veya çocuksuzsan deliksiz uykunun, gece gündüz istediğin saatte istediğin yere gidip gezebiliyor olmanın tadını çıkar, olur mu! (Çocukluysan, daraldıkça çocuğunu mıncır sev, geçer)

Günlük kategorisine gönderildi | Cumartesi Mızığı için yorumlar kapalı

11 Ocak Cuma – O Kadar da Zor Değilmiş

Uzun zamandır blog yazıyorum, ama kimselere duyurmamıştım. İlk kez dün bir cesaret geldi, facebook sayfamda tanuka.net’in reklamını yaptım. Hemen birkaç arkadaşımdan destek mesajları geldi. Nasıl da mutlu oldum. “Yürü Tuğçe, seni takip ediyoruz,” demişler. Omuzlarımda bir sorumluluk hissediverdim. Bir sonraki yazı için bin adet konu geldi geçti aklımdan.

En iyisi yine akışa bırakalım.

Bu sabah İnci’min kalk borusu ile yataktan fırladım. Hafta boyunca sırası ile 4:00, 5:00 ve 6:00’da borusunu öttüren kızım, her ne hikmetse bugün 7:00’de öttürdü. Aslında 7:00, uyanmak için çok makul bir saat, gel gör ki bedenim uyanmamakta ısrar etti. Kızımı yatağımıza taşıdım, iphone’da hayvanları tek tek gösterip seslerini çıkaran bir aplikasyon var, onu açtım, biraz oyaladım çocuğu. Ama o esnada tek gözüm kapalı rüya görüyorum yani. Vücudum öyle ağır ki, sanki tartılsam 1000 kg çıkacağım. Birisi omuzlarımdan, kafamdan yere doğru bastırıyor beni. O derece!

Herneyse, yarım saat oyalandık, sonra İnci’nin altını değiştirdim. O bana maymunluklar yapıyordu, ama benden henüz ses çıkmıyordu. Yani kendimi sıksam belki ufak bir ses çıkarabilirdim lakin, kesinlikle anlaşılır birşey çıkaramayacaktım. Genelde sabahları böyle oluyorum nedense. Ya yediklerimden, ya da geceleri çok delikli (İnci Kız sağolsun) bir uyku uyuduğumdan, bilemedim. Allahtan uzun sürmüyor. Alt değiştirme faslı bittiğinde ben de kendime gelmiş oluyorum. 8:00’de kızla beraber salona geçtik, oyun havuzumuza. İnci günlük pratiğine başladı 🙂 Yürümeyi yeni öğrendi ya, ona hazırladığım havuzun içinde dört dönüyor. Ben de Jennifer Aniston ve Adam Sandler’ın ‘Just Go With It’ filmini açtım. Hawai mawai, ohh! Güneş, deniz, kum, 40’larindaki taş gibi Jenn… Bu soğuk kış gününde sabah sabah güzel geldi.

Aslında İnci Kız’ın kahvaltısını ben yaptırıyorum, ailecek kahvaltı ediyoruz, ama bu sabah baktım yumurta bitmiş, kızın kahvaltısını Hafizabla’ya bıraktım. Hafizabla geldi, yumurta ve ekmek aldık, ben acele giyinip Dora ile dışarı fırladım. Osman bu sabah 8:58’de kalktı. Ben kapıdan çıkarken, o da giyinmiş çıkıyordu. Birbirimizi pek göremedik. 15 dakika yürüyüşün ardından Dora’yı eve bırakarak koştura koştura yogaya yollandım. Bugün en sevdiğim ders vardı, Yara ile Hatha Yoga. Şimdiye kadar Yara’nın hiçbir dersi iptal olmadı. O nedenle bu kez kapıdan dönmeyeceğime olan inancım tamdı. Fakat kendimi o kadar güçsüz ve yorgun hissediyordum ki, bir yanım da gizli gizli ‘keşke ders iptal olsa,’ diyordu. O yanıma kibarca gagasını kapamasını söyleyerek kapıyı çaldım. Cevap yok! Bir daha çaldım, cevap yok! Telefon ile salonu aradım, cevap yok! Haydaaa! Ses diyor ki, ‘ders yok işte, hadi dön’. Yok, vicdanen rahat olmam için biraz daha çaba sarf etmeliyim. Binaya giren bir kadın sayesinde içeri girdim, yukarı çıktım, kapı duvar! Oh, bir gizli sevinç hissettim içimde. Artık vicdanım rahat, Starbucks’a yollanabilirdim. Binadan sevinçle çıkarken bir de baktım ki köşede, kayıt masasındaki kadıncağız acele ile sigarasını yakmaya çalışıyor. Gözgöze geldik, ikimizin de iç sesi, “ha s*ktir!” dedi. Gülümsedik, o sigarasını söndürdü, gerisin geri yukarı çıktık. Henüz Yara yoktu, benim ardımdan birer birer öğrenciler damlamaya başladı. Ben balkondaki matlardan birini cam kenarına serdim, sırtüstü yatarak Savasana’da beklemeye koyuldum. Hala külçe gibiydim. Hani çizgifilmlerde olur ya, bir an yer delinecek, ben alt kata düşeceğim ve yattığım bölgede Tuğçe formunda bir delik oluşacak sandım. Ama Yara gelince adım adım beni hafifletecekti, biliyordum.

Ve ders başladı. Yara bugün denge pozlarına ağırlık verdi. Özellikle kol üzerindeki denge pozlarını denedik (arm balance). Henüz birçok pozun Sanskritçesini bilmiyorum. Bazılarının Türkçesini ya da İngilizcesini de bilmiyorum. Ama bu açığı en kısa zamanda kapatacağım, söz!

Bakasana

Önce Bakasana yaptık.

Bunu ilk gördüğümde, hahaha bana göre değil demiştim, oysa şimdi epey bir süre bu şekilde dengede durabiliyorum. Kol kası gerektiriyor gibi görünse de aslında tümüyle denge işi.

 

Yara birkaç farklı ‘arm balance’ duruş gösterdi, adlarını bilemiyorum. Bir çoğunu yapamadım. Ama imkansız gibi görünen bir duruşu becerdim. Tripod Headstand. Kendime de hayret ettim.

tripod headstand

O kadar imkansız görünmüştü ki bana, neredeyse hiç denemeyecektim. Yara, ‘Bu iki aşamalı bir duruş. Kendini tartacaksın, istersen ikinci aşamaya hiç geçmeyebilirsin,’ dedi. Dizlerini dirsekler üstüne koyarak ayakları kaldırmak yerine bacakları aşağı bakan köpekteki gibi tutabilirsin. Ben önce öyle denedim. Ama kafama olan baskı fazla geldi. Yok dedim, ayakları yerden kaldıramam. Ama bir baktım yanımdaki kız becerdi, denesem mi ki dedim, denedim. O da ne, bu şekli ile kafama olan baskı azaldı, çünkü ellerim yükün yarısını taşımaya başladı. Demem o ki, yogada ve kimbilir belki hayatta da imkansız gibi görünen hedeflere ulaşmak o kadar da imkansız olmayabilir. İş ki zihni devreden çıkarıp deneyelim, sadece deneyelim.

Ders sırasında birşey farkettim. Ders çok zevkliydi, bedenim salondaydı ama zihnim çoktan dersi bitirmiş Starbucks’ta yazı yazıyordu. Hemen zihnimi geri çağırdım. Bu arada şimdi Starbucks’ta bu yazıyı yazarken de zihnim işini bitirdi, eve döndü ve İnci’yle oynuyor. Farkeder etmez geri çağırdım. Anda kalmak kolay değil.

Dersten çıktığımda 1000kg’dan 53’e geri inmiştim. Duruşum dikleşmişti. Dik durmak çok önemliymiş. İnsan vücudundaki tüm çakralar omurga boyunca dizilmiş. Enerjinin doğru ve dengeli akabilmesi için sağlıklı ve dik bir omurgaya sahip olmak çok önemliymiş. Ben hamilelik sonrası daha da kamburlaştım. Bir kere göğüsler büyüdü ve omuzlarım daha da öne düştü. İnci’yi taşırken de çok kamburum. Sırtımda bir tümsek oluştu adeta, annem sık sık uyarıyor, dikkat etmezsen sırtın et bağlayacak diyor. Allahtan yoga var. Ders sonrası hislerim şöyle: sanki tüm kemiklerim yerli yerine oturdu, bütün vücuduma masaj yapıldı, bedenim enerjik ve dimdik.

İşte böyle. Şimdi biraz İnci’mle ilgilenmek istiyorum sevgili okur. İyi haftasonları 🙂

Günlük kategorisine gönderildi | 11 Ocak Cuma – O Kadar da Zor Değilmiş için yorumlar kapalı

10 Ocak – Yoga Kırıklığı ve Ivır Zıvır

Dün sabah saat 9’da Hafizabla’nın gelmesi ile evden fırladım, Dora’yı gezdirip yemini verdim ve Yoga’ya koştum. Karda 20 dakika yürüyerek bir güzel ısınmış oldum. Binaya girerken kat kat ceketleri soyundum, asansör ile 3’üncü kata çıktım, zili çaldım. Kapıyı açan kişi, ‘tüh, bir tek de size haber vermemiştim, bugün ders iptal, kardan dolayı hoca gelemedi,’ dedi. Hüsran ve Yoga Kırıklığı! İçimden, ‘Şimdi ya eve geri yürüyeceğim ya da bir cafe’de gazete mazete okuyarak bir iki yazıp çizeceğim. Keşke dizüstü bilgisayarımı da alsaymışım yanıma,’ diye geçirdim.

Bu sabah, her ihtimale karşı internetten ders var mı yok mu, kontrol ettim. Dizüstümü yanıma aldım. Erimekte olan karda 20 dakika yürüdüm. Binaya girerken kat kat ceketleri soyunmaya başladım, 3 kat asansörle çıktım. Kapıyı açan kişiye, ‘ders var, di mi?’ diye sorarken içeri girmek için hamle yaptım. Bugün kapıyı açan farklıydı. ‘Şimdi belli oldu, hocanın annesi hastaymış ders iptal, sizin ev numaranız var ama cebiniz yokmuş, haber veremedim,’ dedi 🙁 Oh No! Bugün de yogasız geçecek demek… Oysa vücudum Yoga istiyor. Bu hafta sadece haftabaşı, Pazartesi günü yoga yapabildim. Evde kendi kendime pratik yapmak istiyorum ama olmuyor bir türlü. Ya kız durmuyor, ya Hafizabla sohbet konusu açıyor, ya Dora’nın tüyleri beni rahatsız ediyor ya da ben yorgunluk ve miskinlik içerisinde mata gidemiyorum.

Tek umudum, yarınki ders. Bu arada, eskiden yoga yaptığım merkezdeki hocam Merih Kenet beni görmek istedi. Bugün ona uğrayacağım. Kendisini çok severim. Merih Hocam Yin ve Restoratif ağırlıklı çalıştırır. Dersleri çok iyidir. Ben şu aralar diğer yoga türlerini de deneyimliyorum. 

Bu senenin ikinci yarısında pratiğimi derinleştirmek amacıyla hocalık eğitimi alacağım inşallah. Ama hala nereden almam daha doğru, bulabilmiş değilim. Şu anda Yogaşala ve Cihangir arasında gidip geliyorum. Bakalım, zaman gösterecek. Yogarooms’daki hocam Yara, Yogaşala’dan, o beni elbette ki Yogaşala’ya davet etti. Olabilir!

Ocak ayını yarılamak üzereyiz. İki gün sonra kızım tam 10 aylık olacak. Kendisi yeni yıla yürüyerek girdi. Yani tam 9.5 aylıkken yürümeye başladı. Bu dönemleri ne de tatlı oluyormuş meğer. Anne olmak ne de güzel bir duyguymuş.

Yine ordan burdan yazıyorum. Hani ara ara düşünüyorum ya, çalışmıyor olmak beni rahatsız ediyor ya hani, dün Merih Hoca facebook’a bir yazı postalamış, aynen şöyle:

“Hayat size, bilinç evriminiz için en faydalı tecrübeyi verecek. İhtiyacınız olan bu tecrübeyi nasıl tanıyacaksınız? Onun şu anda deneyimlediğiniz tecrübe olduğunu bilin, yeter.” Eckhart Tolle.

Ne güzel bir mesaj. Tam da ihtiyacım olduğu zaman geldi. Sanki benim için postalanmış FB’a.

Şu an ihtiyacım olan bu! Suçluluk hissetmek yok! Gelecek için endişelenmek yok! Plan kurmak yok! Sadece anda varolmak var! Tadını çıkarmak var!

Gönlümden geçen belli: Kızıma ve aileme bol bol vakit ayırabiliyorum, evimizin nabzını tutabiliyorum, beni doyuran, tatmin eden, büyüten, çok çok mutlu eden, insanlara faydalı olmamı sağlayan, kendimi gerçekleştirebildiğim, sevdiklerimle sosyalleşmemi sağlayan, bol bol para kazanabildiğim, bereketli, zamanını ve yoğunluğunu kendimin ayarlayabildiği, beni fit, zinde ve sağlıklı tutan muhteşem bir işim var. İşimde güçlü yanlarımı bol bol kullanabiliyorum. Son dercece başarılıyım, öğrencilerim tarafından son derece takdir ediliyor ve saygı görüyorum. Ben de ömür boyu öğreniyorum, her gün pratiğimi, yapabiliyorum. Bu sayede son derece fit, sağlıklı, güzel ve ışıl ışılım. Dengede, huzurlu, güçlü ve mutluyum!

Oh! Bugünlük bu kadar yeter… Güzel bir perşembe dilerim…

Günlük kategorisine gönderildi | 10 Ocak – Yoga Kırıklığı ve Ivır Zıvır için yorumlar kapalı