ELİF – Bölüm III

İLK İKİ BÖLÜMÜ OKUDUNUZ MU? Bkz. Elif I-II

Saat dört gibi eve vardım.
Kurtuluş’un ara sokaklarından birinde oturuyorduk. Astım nöbetlerimin miladı da sayılan “malum olay”dan hemen sonra, on yıl oluyor, annem beni kapmış, birkaç parça eşya, biraz yastık altı parası ile kopmuş gelmişti İstanbul’a. Bir dayım vardı burada. Sultanahmet’te, Kapalıçarşı’nın yakınlarında saatçi dükkanı işletiyordu. Annem iş bulup ev tutana dek dayımlarda kalmıştık. Sonra Gültepe’de, onlara yakın bir yere kiraya çıkmış, dayım vefat edince de Kurtuluş’a taşınmıştık. Benim genç kızlığım hep bu mahallede geçti. Önce sokağın başındaki apartmandaydık, bodrum katıydı o, sonra burayı bulduk, ara daire işimize geldi, ısınmak kolay olur dedik, taşındık. Binanın yaşı epey vardı. Üçbuçuk katlı, dar bir yapı. İki yanında, bizimkini kollarından destekleyip ayakta tutan, bitişik nizam yüksek apartmanlar. Sokak da daracıktı, evimizin içi de, apartmanımızın döne döne yukarı çıkan taş merdivenleri de.
İkinci kata çıktım. Zili çaldım. Cevap yok!
Anahtarı delikte döndürdüm, kapıyı araladım. Çantamı yere, kapının dibine bıraktım. Ayakkabılarımı çıkardım, terliklerimi giydim. Kağıt kıvamındaki, yeşile dönük kahverengi halıflekse basmaktan hoşlanmazdım.
Akşam bütün hüznüyle çökmüş, yetmiş metrekarelik daireyi yarı karanlığa gömmüştü. Rüzgar uğul uğul pencereleri zorluyordu. Evimiz kutu gibiydi ama annem nasıl becerdiyse, o holden bozma minnacık salona, bir zamanlar pek moda olan şarap rengi kadife bir koltuk takımı, maun orta sehpası, kare biçimli, demir ayaklı, açılır kapanır yemek masası ve yine maundan vitrinli televizyon ünitesini sığdırmayı başarmıştı. Duvarlar, eskiden bal köpüğü rengi olduğuna kanaat getirdiğim, yer yer kabarmış, kendinden desenli duvar kağıdı kaplıydı. Televizyonun karşısında, dayımın el emeği göz nuru, bakır işlemeli bir duvar saati asılıydı. Onun solundaki kirişin üzerinde de her eve lazım, sarı saman sayfaları olan karton takvim. Hani şu sayfaları gün be gün koparılan, üzerinde o gün doğan kız ve erkek çocuklara verilecek isimlerle yemek tarifleri yazılı olanlardan. Bu eşyaların her biri toplamaydı. Ev kuranla, evlenene Allah yardım eder derler. Evimiz tıka basa eşya doluydu, her birini bir başka tanıdıktan almıştık. Kimi evini değiştirirken, kimi eşyasını yenilerken eskilerini bize vermişti de zaman içinde iğneden ipliğe tamamlamıştık eksiklerimizi.
Bu ev benim için özeldi, çünkü İstanbul’a geldiğimizden beri ilk kez burada, sadece bana ait bir odam olmuştu. Kabuğuma çekilip kendimi tamir etmem gerektiğinde sığınıp saklandığım odam.
Annemin evde olmamasına sevinmiştim. Biran önce uyumak, kimseyle konuşmadan ortadan kaybolmak istiyordum. Üstümü çıkarmadan, yorganın altına girdim, sırtüstü uzandım. Çok mutsuzdum, şaşkın, kızgın, üzgün. Aynı anda, hepsiydim. Karnımın orta yeri, koca bir delikti! Beni ve benimle birlikte tüm gerçekliği yutan, içimi dışarı çıkarıp yalanı doğruya karan, hortum olup tozu dumana katan bir delik.
Hayal kırıklığı hissediyordum. Büyük bir hayal kırıklığı. Akıllı geçinirdim, kül yutmaz bilirdim kendimi. Nasıl oldu da inandım, saf saf. İnandım mı ki? Belki de inanmak istedim. Belki de bir yanım en başından beri biliyordu, her şeyin yalan olduğunu. Peki şimdi ne diye bu kadar acı çekiyordum? Hani eğlencelikti, sarılmak sevişmek içindi sadece? Demek gizliden gizliye hayaller kurmuştum. Kendime bile itiraf etmekten çekindiğim, pembe hayaller. Cem ile bir gelecek!
Cem’de beni çeken neydi? Güzelliği, saflığı, seks? Bana olan koşulsuz aşkı ya da? Sanırım, hepsiydi! Bir kere, beni böylesi seven birine ilk kez rastlıyordum. Sevgisinden en ufacık şüphem yoktu. Bu sevgi buzlarımı eritmiş, sıcak bir yaz güneşi olup iliklerime işlemişti. İlk kez, korkmadan duvarlarımı kırmış, perdelerimi kaldırmış ve kendim olmuştum yanında. Yine sevmişti beni, herşeye rağmen! Üstelik, inkar edilemez bir çekim vardı aramızda. Onu gördüğüm anda, önlenemez bir biçimde dokunmak istiyordum. Aksi taktirde sanki yarım yok gibi hissediyor, üşüyordum.
Bir sebebi daha vardı, Cem’e sarılmamın. Onda kendimi görüyordum. Kontrolümü kaybetmiş halimi, o en düşmüş, rezil beni. Herkeslerden gizlemeye çalıştığım sefil, bağımlı, güçsüz yanımı. Yalancı, hilekar Elif’i! Biraz da bunun için bırakamamıştım, terk edememiştim bu adamı. Silkinip kurtulsun, başarsın istiyordum, onun kurtuluşu benim kurtuluşum olacaktı.
Başım dönüyordu, başımla beraber odamın duvarları. Zihnim susmak bilmiyordu. Gözlerimi dikip, tül perdelerimden sızan gün ışığının duvarlardaki aksini izlemeye koyuldum.
Bir süre, duvarların üzerinden kayıp giden gölgeleri izledim. Sonra gözüm, gölgelerin artık uzanamadığı yerde asılı duran manzara resmine takıldı. Güneşli güzel bir koydu resimdeki. Mavi, masmavi bir koy. Koyu mavi, açık mavi, yer yer mora, yer yer yeşile çalan, alacalı bulacalı bir mavi. Dağların denize paralel geldiği, bitişik nizam evlerinin camlarından fuşya rengi begonvillerin telaşla fışkırdığı, uzakta, çok uzakta, insanlarının mutlu mesut yaşadığı bir sahil kasabası. Mümkün olsaydı da içine girebilseydim keşke, orada olabilseydim, dertsiz tasasız… Göz kapaklarım ağırlaştı, resmin içine doğru çekildiğimi hissettim, bedenimin her bir zerresi, hücre hücre gevşedi. İçim geçti. Nefesim belli bir ritme oturdu. Mutlu insanların yaşadığı bu sahil kasabasının mavisi, moru sardı her yanımı. Güneş iliklerimi ısıttı. Kendimi uykunun kollarına bıraktım.
Uyandığımda annemi başucumda oturur buldum. “Uyandın mı yavrum?” dedi. Yatakta doğruldum, kulaklarım çın çın ötüyordu. Ağır hareketlerle terliklerimi buldum. Başucumdaki sandalyenin sırtından hırkamı alıp üzerime geçirdim. Annem, “Yavrum gel bak, kahvaltı hazırladım, Derya da geldi, banyoda, ellerini yıkıyor, gel yavrum, otur annem,” dedi. Banyonun kapısı açıldı, Derya, her zamanki gibiellerini hırkasının uzun kolları içine hapsetmiş, dudağının ucuyla gülümseyerek “Uyandın mı sonunda?” dedi.
“Saat kaç?” dedim.
Derya, “On ikiyi geçiyor, tam on dokuz saattir uyuyorsun,”
Annem, “Dün akşamüstü saat beş gibi eve geldim, yatmıştın, ellemedim. Ama bu saate kadar uyanmayınca meraklandım. Bir şeyler sayıklayıp durdun, rüyalar gördün hep. Sabahleyin Derya’yı arayıp sordum, bir şey mi oldu diye, o da kalktı geldi sağolsun.”
“Yok bir şeyim, soğuk aldım herhalde. Abartmışsın Haticanım, yaşlandıkça daha da kuruntulu oluyorsun, farkında mısın?” diye takıldım anneme.
Annem bozuldu. Gülümsedim, yanağından bir makas aldım. Derya’ya döndüm, “İyi ki gelmişsin aslında, Megavizyon’a uğrayalım, senin şu geçen gün bahsettiğin CD’ye bakalım, adını not etmemişim ben,” dedim.
Derya akıllı kızdı, ne diyor bu gibilerinden bir baktı bana, ama hemen topladı kendini, “İyi ya kahvaltıdan sonra çıkarız,” dedi.
Kahvaltıdan hemen sonra çıktık. Bir süre sessizce yan yana yürüdük sonra Derya, “Cem aradı. Seni merak etmiş,” dedi.
Cep telefonum hala sessizdeydi. Çıkardım baktım, on yedi cevapsız çağrı! Gerisin geri cebime koydum.
Derya, “Aramayacak mısın?”
Ben, “Semaver’e gidelim, sana anlatacaklarım var,”
Gözlerini benden ayırmadan, başını tamam anlamında salladı.
***
Devamı Var!

Bu yazı Arkası Yarın-Bir Roman Denemesi kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.