ELİF – Bölüm II

Ertesi sabah, kapı ziline uyandım. Başım külçe gibi ağır, zonkluyordu. Ambar’ın müzikleri hala kulaklarımdaydı. Uzandım, komodinin üzerindeki cep telefonumdan saate baktım, 10:25. Annem çoktan işe gitmiş olmalıydı. Yattığım yerden, karoları yer yer bozulmuş marley zemindeki ucuz, pespaye kilime doğru ayaklarımı sarkıttım. Ellerimle karyolanın paslı demir çubuğunu kavrayıp bacaklarımı sallandırarak, bir güzel gerindim. Yatağın dışı buz gibiydi, ayaklarımı bir o yana bir bu yana gezdirerek terliklerimi aradım. Öff! Öff’lerken kapının açıldığını duydum. Annem evdeydi. Bugün günlerden neydi ki? İçimden hesap yaptım. Dün çalışmıştım, Perşembe’ydi çünkü. Akşamüstü ikiden gece yarısına kadar çalışmıştım, sonra Cem’le Ambar’a takıldıydık. Geceki hallerimizden sahneler geldi gözümün önüne. Cem’in rezilliği, benim aptallığım… Hayal meyal, İstiklal, serseriler… Dün Perşembeyse, bugün Cuma, annem niye evde? Kapıya kulak kabarttım.
Bir erkek sesi. Boğuk, sigara ve alkolle hırpalanmış seslerden, “… Haticanım, benden söylemesi, üstüme düşeni yaptım, içim rahat. Gerisi de size kalmış artık.” dedi, kütür kütür öksürdü. Tanıdık biri ya, çıkaramadım.
Annemin ne dediğini duyamıyordum, alçaktan alçaktan konuşuyordu.
“Öyle olsun, ama daha da zaman kalmadı. Bunca yıllık hukukumuz var. Zor kullandırtmayın bana.”
“…”
“Tamam, hadi kalın sağlıcakla!”
Kapı kapandı!
Yataktan fırladım, tek adımda hole çıktım, annemle burun buruna geldik.
“Anne n’oldu, kimdi o?”
“Ev sahibi, kim olacak.”
“Ne istiyormuş gene?”
“Ne isteyecek Elif, aynı mesele, çıkın diyor, müteahhite veriyor ya binayı, diğer dairelerle anlaşmış, biz kalmışız, yıkıp apartman dikeceklermiş de tahliye davası açmışmış da onu haber veriyor, kağıt gelince şaşırmayalımmış. Kolaydı kış ortası adamı kapıya koymak!”
“Sen niye evdesin?”
Cevap vermedi, mutfağa geçti. Arkasından ben de. Çay koymuş, mis gibi taze demlenmiş çay kokuyordu ev. Mutfak camı, çaydanlığın ibiğinden tüten buharla buğulanmış, dışarısı görünmüyordu. Çocukken de yapardım, parmağımı soğuk camın üzerinde gezdirerek, “Elif” yazdım.
Annem baktı, “Otur hadi kahvaltını et,” dedi. Hiç keyfi yoktu. Dün gece geç geldiğime mi bozuktu acaba hala? Hem salon hem oturma odası olarak kullandığımız genişçe holdeki yemek masasına geçtim. Annem üzerine kırmızı kirazlı günlük muşambayı yaymış, kahvaltılıkları dizmişti, beyaz peynir, zeytin, biraz ekmek…
Sorumu yineledim, “Anne!.. Sen niye evdesin bu saatte?”
“Ekmekleri kızartayım mı?”
“Olur!” dedim, omuzlarımı silkerek.
Doğumgününde ona hediye aldığım, Tefal marka ekmek kızartma makinesine dilimleri dizdi. Bir iki dakika içinde mis gibi bir koku yayıldı etrafa ve nar gibi kızarmış ekmekleri tıp tıp attı makine.
Ağzının içinde bir bakla vardı ya, hadi hayırlısı. Mutfakla masa arasındaki iki adımlık yolda mekik dokudu. Habire bir şey unutup geri gidiyor, onu alıp geliyor, bir bahaneyle yine mutfağa yöneliyordu. Gözlerini gözlerimden ustaca kaçırıyordu. Tek dizimi kırıp kaldırarak, masadaki sandalyelerden birine tünedim. Bir yandan peynir ekmek atıştırırken, bir yandan da gözüm üzerinde, sabırla bekledim. Neden sonra, “Elif, seninle konuşacaklarım var!” dedi.
Lavabonun üzerindeki mutfak rafından ince belli, emektar çay bardaklarını aldı, süzgecin üstünden demi döktü, üzerine kaynar su ekledi. Birini bana, birini kendine alıp karşıma yerleşti. Çay kaşıklarımızın sinir eden sesi doldurdu odayı.
Dayanamadım, “Eee…” dedim.
“Dün Mustafa Bey beni odasına çağırdı. Adamın yüzünden düşen bin parça, canı sıkkındı epey, anlayıverdim hemen, kötü bişeyler var.”
“Ne yumurtladı gene, naylon komünist?”
“Elif! Mustafa Bey iyidir, deme öyle,”
“İyi mi? Yapma anne, bütün gün çay içsin, sigara… Konuşsun da konuşsun, solcu ayakları. Basiretsiz, özü sözü tutmaz herifin teki!”
“Yayınevinin durumu zordaymış. İşçi çıkaracaklarmış, çaycıya ihtiyaç yok dedi, gözlerini indirdi, ağlamaklı oldu adam. Koskoca adam, gözleri yaşlı yaşlı bin kere özür diledi. Yarından itibaren gelme dedi.”
“Al işte! Emek hırsızları! Çay sigara solcuları!”
“N’apsın adam, zorda işte, para yok, n’apsın?”
“Sigorta yapsın anne, özlük haklarını versin. İşten mi çıkarıyor, iş araman için süre versin. İhbarını, kıdemini versin. Savunma pislikleri bana!”
“Aman Elif, burası basit bir yayınevi, sigorta migorta, güçleri yetmez bunların kızım,”
“Güçleri yetmiyorsa, işletmesinler efendim. Sigortasız elemanlarının sırtından solcu kitaplar basmayıversinler. İkiyüzlülüğün bu kadarı olur mu? Enayi mi var burada? Enayi miyiz? Eh, öyleyiz tabii, enayiyiz. Sen de, ben de, enayiyiz!”
“Anneye enayi denmez!”
Çayımdan bir yudum aldım. Sessizlik…
“Ee, n’olcak şimdi?”
“Bilmiyorum kızım, ne olacak, iş arayacam.”
“Ev işini n’apcaz?”
“N’apcaz kızım, gidecek yerimiz mi var, bekliycez, bi yere kımıldamayacaz. Hem ben soruşturdum, hakim mazlumdan yana oluyormuş mahkemede. Kiracı attırmak öyle pek kolay değilmiş. Mustafa Bey de dedi ki…”
“Bırak o Mustafa’yı, söyletme işte!”
“Elif!”
“Allahtan benim yerim sağlam. Kış olmasına rağmen işler çok iyi Bahçe’de. Şu ısıtıcıları kim bulduysa Allah razı olsun ondan.”
Basit bir hesap yaptım, kendi kendime konuşur gibi, “Kira dörtyüz, elektrik, su… Onları hallederiz. Isınmak dert! Ona da yapacağımı biliyorum ben,” dedim, bir hışım kalkıp mutfağa yöneldim. Ekmek bıçağını kaptığım gibi… Annem telaşlandı, “Elif! N’apıyorsun kızım, bırak o bıçağı.”
Dış kapıdan çıkıp, hemen kapının yanındaki dolabın kapağını açtım, elektrik saatinin kırmızı mühürünü bıçak yardımıyla, söküp attım. Bahçe’den Mert öğretmişti bunu bana, saatin pimi ile biraz oynadım ve ibre duruverdi. Annem arkamda inanmaz gözlerle beni izliyordu, fısıltıyla, “Elif! N’apıyorsun kızım, yakalanırsak, cezası var, ele güne rezil olmak var.”
İbreyi yeniden çalışır hale getirerek dolabın kapağını örttüm, içeri girdik.
“Rahat ol! Gündüzleri çalıştıracaz, kontrole gelen olursa ibre oynuyor olacak. Mühür yok diye tantana ederlerse safa yatarsın, mahallenin çocukları falan dersin. Sadece geceleri kesicez. Memurların mesaisi bitince, hatta sekiz gibi keseriz. Elektrikli ısıtıcıyı takar fişe, ooh, sıcacık otururuz bütün gece.”
“Kızım yavrum, hırsızlık, hak yemek bu!”
“İyi ya işte, bizim başımız kel mi. Herkes birbirini beceriyor bu ülkede, bizim başımız kel mi?”
Annem verecek cevap bulamayınca, yine susmakta buldu çareyi. Sessizce kahvaltımızı ettik. İkimizin de kafasında düşünceler… Sessizliği bozan annem oldu,
“Sen de çalışıyorsun, didiniyorsun ama, içim hiç rahat değil, Elif. Tuttuğun yol, yol değil. O kadar içki, sigara… Bir bardan kazandığını ötekinde harcıyorsun,”
“Anne kaç kere dedim sana, Ambar’dakiler bizim çocuklar, para mara vermiyoruz orda. Biraz kafa dağıtıyoruz. Geceyarısına kadar tabanlarım şişiyor zaten, sonrasında iki bira içip muhabbet etmek benim de hakkım değil mi? Hem ne kazanıyorsam gelip sana vermiyor muyum?”
“Kızım, yavrum, para değil, sağlığından korkuyorum ben. Genç bir kıza iyi gelmez böyle serkeş hayat. Sen ki alkolü tanıyorsun. Bari sen yapma.”
“Anne, bu konulara girmeyelim, istersen!”
Annem ekmekten bir parça koparmış, parmaklarının arasında evirip çeviriyor, yumuyor da yumuyordu… Gözlerini dikmiş nimete, kaldırmadan,
“Şu çocuk… onda iş yok. Hiç gözüm tutmadı. Saf, aptal bişey. Ne buluyorsun, anlamıyorum.”
“Eğleniyoruz işte, ciddi bir şey değil,”
“Sen kız başına çalışıyorsun, bu çocuk n’apıyor, kaç yaşında bu, 25 miydi? Koca herif, nerden para buluyor?”
“Okulu var, okula gidiyor.”
“Ne okulu hala, kaç senelik okul bu,”
“Okul işte, askerlik için uzatmış, okuyor çocuk.” Çatalımın kenarıyla peyniri böldüm, bir parçayı ağzıma götürüp üzerine de çayımdan bir yudum aldım.
“Hiç okul arkadaşını tanıyor musun, okuluna gittin mi?”
Ağzımda lokma olduğu halde birşeyler geveledim.
Annemi susturmak için umursamaz ayaklarına yatıyordum ama, bir süredir benim de kafamı meşgul ediyordu bu konu. Cem’i tanıdığımdan beri bir okul muhabbetidir, gidiyordu. Buna karşın Cem ne okula devam ediyor, ne atılıyor, ne de mezun olabiliyordu. Ne zaman arasam müsaitti. Cebindeki bozuklukları zar zor denleştirip bira alıyor, sigara alıyor, akşam eve dönme zamanı gelince, dolmuşa, otobüse verecek parası kalmıyordu. Sinek küçüktü ama…
Aynı gün öğlen vakti Cem’le buluştuk.
Hava biraz ılımış, güneş çıkmıştı, Taksim’den Galatasaray Lisesi’ne kadar yürüdük. Lisenin hemen arka sokağında, çayı güzel bir kahve vardır, Semaver, liseliler takılır genelde, ucuzdur. Ben işbaşı yapmadan bir çay içimlik oturalım dedik. Her daim ter kokan tıfıl garson, bu çocuk hiç yıkanmaz mıydı ki, yanaştı, iki çay söyledik, demli olsun diye ekledi Cem. Şöyle karşıma oturuverince dikkatimi çekti, sol yanına düşen gün ışığı ile aydınlanan güzel yüzü kireç beyazıydı, akşamdan kalma! İşaret ve orta parmağını birleştirip, tek kaşının üzerindeki yarabantına bastırıyordu ikide bir. Her seferinde, yeniden gözümün önüne geliyordu dünkü halleri, bozuluyordum. Alkolün etkisi olacak, gözleri iyiden iyiye çukura kaçmış, altındaki torbalar şiştikçe şişmişti. Bizim tıfıl, dumanı tüten tavşan kanı çayları önümüze bırakırken, gözlerimi Cem’in gözlerine çiviledim. Dilimin altındaki bakla hop hop, daha fazla duramadı yerinde, çocuk çayları koyup gidene dek konuya girdim,
“Senin finaller bitti miydi?”
Gözlerimin içine bakmıyordu bizimkisi,
“Ha, bitti,” aptal aptal gülümsedi.
“Nasıl geçti peki?”
“İyi… İyi geçti…” elinin altındaki peçeteyi dürüp duruyordu.
“Hangi dersler kalmıştı bu seneye?”
“İşletme dersi…eh… muhasebe… matematik… falan işte.”
“Zorlar kalmış hep,” şüphe ne kötü şeydi.
“Ha, evet, evet… Ama Nuri’nin notları kurtardı beni. Nuri’yle aram iyi ya, onun notlarını aldım da çalıştım,” gözleri şaşı mıydı, yoksa bana mı öyle geliyordu? Belki de yalan söylerken insan, şaşı bakıyordu.
“Valla bilmiyorum, aran iyi mi, kötü mü?… Hiç tanıştırmıyorsun ki beni üniversitedekilerle, utanıyor musun ben okumadım diye?” Gözlerimi diktim gözlerine, pür dikkat izliyordum.
Yüzü allak bullak oldu, bütün hatları derin bir üzüntüyle yumuşadı, eridi, aktı, iyiden iyiye aşağı sarktı. Bu dürüst olduğu anlamına mı gelirdi ki? “Pissicik, o ne biçim söz öyle, sen benim ruhumsun, güneşimsin! Bitanecimsin benim!”
“E, niye tanıştırmıyorsun o halde?”
“Okula gittiğim mi var, çoğunu tanımıyorum bile, bir Nuri var işte…” inanmak istiyordum,
“Nuri’yle tanıştır o zaman,”
Peçeteyi ditti, ditti, “Olur, bir gün tanışırsınız. Bu ne böyle bugün, sorgu sual, kıskanıyor musun beni? Ha?” sıkıntılı sıkıntılı gülümsedi.
Konuyu değiştirmek için, “Sana kızgınım Cem, dün kendinden geçtin yine,” dedim.
“Evet, haklısın, özür diliyorum bitanecim, gör bak, bir daha olmayacak, söz!”
“Hıı, evet, bu kaçıncı,”
Üzerime kapandı, yanaklarımı sıkıştırdı, burnuma tıp tıp vurarak, “Hadi, gül, gül bakayım biraz,”
Elini kolunu ittim, “Öff! Sıkıldım, hadi kalkalım! İkide işbaşı yapıcam, geç kalmayayım,” dedim.
“Akşama alırım seni,” dedi.
“Akşam eve gidecem, anneme söz verdim,” diye geçiştireyim dedim, üsteledi, “Tamam, ben seni alıp eve bırakırım,” dedi.
“Gerekmez,” diyecek oldum, baktım caymayacak razı geldim, “İyi,” dedim, “keyfin bilir.”
Tıfıldan hesabı istedik, ödedik, çıktık.
Haftasonları Bahçe kalabalık olurdu. Tam kadro çalışırdık, yine de ayaklarımıza kara sular inerdi. Kapanışta hepimiz yere serilirdik. Çok çok Ambar’da birer paydos birası içip, evlere dağılırdık. Cem de alışkındı, haftasonları dinlenmek istediğimi bilir, beni rahat bırakırdı.
Annemin okul mevzusuyla ilgili içime düşürdüğü kurt, kırt kırt kemiriyordu beni. Kafama bir şeyi taktım mı yapmadan rahat edemem ya, bu meseleyi çözene kadar da Cem’in yüzünü bile görmek istemiyordum. Tam zamanında, haftasonu hızır gibi yetişmiş oldu imdadıma. Cumartesi doğru eve gideceğim, boşuna gelme demiştim, yine de geldi iş çıkışı, eve bıraktı beni. Pazar, bir baktım yine Bahçe’nin kapısında, Ambar’a uğrasak ya dedi, yorgunum dedim, geçiştirdim. Ertesi gün izin günümdü. Annemi doktora götüreceğim bahanesiyle boş günümü kendime sakladım.
Pazartesi sabahı, içimde bir sıkıntıyla, kan ter içinde uyandım. Uzandım, saate baktım, 9:08. Saçlarım alnıma, boynuma dolanmış, yapışmış kalmıştı.
Yattığım yerde, öylece kaldım bir süre.
Bugün o gündü. Yataktan kalktım. Holde, annemi gördüm. Masaya ilişmiş, tüm gazeteleri toplamış yamacına, elinde kalem, gözünde gözlük haldır haldır iş arıyordu. Beni farketmedi bile. Ses etmedim. Banyoya girdim. Buz gibi! Evin en soğuk yeriydi banyomuz, hele kışları! Omuzlarımı büzdüm, pijamamın kollarını sıvadım. Başımı lavaboya doğru uzattım, ip gibi akan cılız suyu hızlıca yüzüme çarptım, çok soğuk! Çarçabuk dişlerimi fırçaladım. Her sabah aynı ızdırap, nefret ediyordum kıştan. Odama geçtim, giyindim.
Annem kafasını kaldırmadan, “İki lokma bir şey ye de öyle çık, çıkacaksan!” dedi. Masada beni bekleyen kahvaltılıklardan bir iki lokma tıkıp ağzıma, ayaküstü, akşama görüşürüz, dedim, çıktım. Arkamdan bağırdığını duydum, “Geç kalma Elif! Hava buz…”
Karmakarışık duygular vardı içimde. Almak istediğim cevap neydi, bugün bile bilmiyorum. İki üç gündür kafamda kuruyordum. Önce iki sokak üstümüzdeki internet cafe’ye uğrayacak, kampüsün adresini bulup, oraya en kolay nasıl gidebileceğime bakacaktım. Aradığım yanıtı nasıl alabilirim diye epey düşünmüştüm, planımın çalışacağını umuyordum. Başarısız da olabilirdim tabii, uyanık bir görevli çıkarsa karşıma, öğrenci gizliliği falan diye geri çevirebilirdi beni, ama istedim mi çok iyi rol kesebildiğimden, durduk yere hüngür hüngür ağlayabilirdim mesela, kendime güvenim tamdı.
Net Net Cafe’nin merdivenlerinden inerken kalbimin atışları hızlandı. İçerisi neredeyse karanlıktı. Kendimi daha rahat hissettim. Çoluk çocuk bilgisayarları tutmuş, bağıra çağıra oyun oynuyordu. Birkaç zavallı da chat peşindeydi. Kasadaki göbekliye yöneldim, “Boş var mı?” dedim. “Beş numara dedi,” bir eliyle şişko göbeğini kaşıyordu, diğeriyle duvar dibindekini gösterdi. Alelacele yerleştim. Ceketimi falan çıkarmadan. Kalbimin sesini duyan var mıydı ki? Etrafıma bakındım, herkes kendi halinde. Google’dan taradım, İstanbul Kültür Üniversitesi, İktisadi İdari Bilimler Fakültesi, Ataköy Yerleşkesi!.. Pat pat pat dökülüverdi önüme seçenekler. İlkine tıkladım ve çıkıverdi karşıma, ulaşım, Taksim’den 76T. Paramı ödediğim gibi dışarı attım kendimi.
Otobüste zihnim hiç durmadı. Ya utanacaktım, rezil olacaktım… Saklardım o zaman herkesten, kimse bilemezdi ki şüphelenip hafiye gibi soruşturmaya gittiğimi… Ya da…
Yerleşkeye vardığımda bir an ne yapacağımı şaşırdım. Çok büyük ve karışık geldi gözüme. Kalabalıktı, bir o yana bir bu yana koşturan öğrencilerle doluydu. Öğrenci işlerini bulmalıydım ama nasıl? Bir süre aptal aptal dolandım. Neden sonra birine sorabildim, sonrası net değil. Bir güç beni doğru binanın doğru katına çıkardı… Bilgisayarın başında oturan kadına, bir yüzü var mıydı ki, çalıştıklarımı sıraladım bir bir, “Merhaba! Ben Elif, öğrenciniz Cem Erdemli’nin nişanlısıyım. Askerlik mevzusu için öğrenci belgesi almamız gerekliymiş, kendisi çalışıyor da benden rica etti. Sizden mi alacağım belgeyi?”
“Cem Erdemli! Hangi fakülte?”
“İktisadi İdari Bilimler,”
Kalbim, Allahım kalbim!…
“İsim yabancı geldi, Cem Erdemli!.. Öğrenci numarası nedir?”
Kendi sesim kulaklarımda uğulduyordu, kalbim ağzımda, rol, rol yapmalı… inandırıcı olmalı…
Mümkün olduğunca dramatik görünmeye çalışarak, “Hay Allah, tüh! Bakın onu söylemedi işte. Aman Cem, ta nerden kalkıp geldim, insan numarasını vermez mi, n’olcak şimdi?”
Kadın gülümsedi, “Üzülmeyin canım, soyadından bakalım, sistemde çıkar,” Bir iki tuşa bastı, “Soyadı ne demiştiniz?”
“Ee- Erdemli, Edirne’nin E’si, Rize’nin R’si, Diyarbakır’ın D’si…”
“Yok! Öyle biri yok! Bir yanlışlık olmasın?”
Kaynar sular, başımdan aşağı kaynar sular!
“Emin misiniz, E-R-D-E-M-L-İ, bir daha bakın lütfen,”
“Eminim, bir yanlış anlaşma olmuş sanırım, üzgünüm!”
“..e.. herhalde… te-teşekkürler!”
Birkaç saniye kadar kalakaldım. Kadın bana bakıyordu, ben ona.
“Başka bir şey var mıydı?” dedi.
Yok, mok birşeyler geveleyip çıktım.
Kulaklarım uğulduyordu, haklıymış, annem haklıymış! Peki ya Nuri, finaller, notlar? İlk tanıştığımızda, Mert’le Derya bile demişti, uzatmalı okuyor diye. Daha kaç kişi bu yalanın içindeydi, hepsi mi yalandı? Öylesine kızgındım ki, çenem gerilmiş, dişlerim takırdıyor, bütün bedenim tir tir titriyordu.
Zihnim pazar yeri gibi gürültülü, karman çormandı. Beş dakikada en olmadık senaryolar yazıyor, doğru olduklarına kendimi inandırıyordum. Şizofren miydi? Belki de gerçekten okuduğuna inanıyordu, başka ne olabilirdi ki, yoksa niye hepimize yalan söylesindi? Nuri de hayali bir arkadaştı. Elbette tanıştıramazdı beni, kendisinden başkası göremiyordu ki Nuri’yi. Taşlar yerine mi oturuyordu, yoksa deliriyor muydum? Bütün o tutuk saf halleri, şaşkınlığı, kontrolsüzlüğü. Şizofren, hasta, Cem hastaydı! Hasta mıydı? Allahım, ne yapacaktım ben şimdi? Nasıl kurtulacaktım. Çalıştığım yeri biliyordu, telefon numaramı, evimi. Hemen cep telefonumu çıkarıp sessize aldım. Kimseyle konuşmak istemiyordum, hele Cem’le hiç. Sinirlerim yay gibi gergindi. Bir yerlere kaçıp düşünmek istedim, karınca sürüsü öğrencilerden uzaklaşmak! Yok, boş yer yok! Her yan insan dolu! Bu kahrolası şehrin her metrekaresi insan dolu! Her biri birbirinden yalancı, hileci, hurdacı, insan dolu. Çenem uyuştu. Gözlerimden ateşler fışkırıyordu. Yanımdan geçenler beni süzüyorlardı. Yapışkan bakışlarından kaçıp saklanamıyordum. Göğsümün üzerinde bir el bastırıyordu, demirden, nefes alamıyordum. Ötedeki ağacın altına attım kendimi. Ceketimin cebinden ilacımı çıkarıp iki fıs çektim. Düşüncelerimin serbestçe zihnimde dolanmasına izin verdim. Soğuğa rağmen, oracıkta, ağacın altında, öylece oturdum. Sonra, yavaş yavaş sakinleşmeye başladım. Bir rahatlık geldi üstüme, pelte gibi yayılıp kaldım. Eve gidip yatmak istedim, uyumak, şöyle bir on gün uyumak!
***
Devamı Var!…

Bu yazı Arkası Yarın-Bir Roman Denemesi kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.