ELİF – BÖLÜM IV

Derya ile Semaver’e oturduk. Birer çay söyledik. Olanları anlattım. O da çok şaşırdı. Kızı sıkıştırdım biraz, gerçeği biliyor da benden mi saklıyordu acaba. Bozuldu, böyle bir şey saklanır mıymış. Hiç mi güvenmiyor muşum ona, diye bir süre surat yaptı. Özür diledim. Kaç senedir tanışıyorlardı halbuki. Demek Cem bu yalanı herkese karşı senelerdir sürdürüyordu. Öyle masum, anlık ağzından kaçırdığı bir şey değildi. Fazlaca kapsamlı ve üzerinde düşünülmüş bir yalandı, besbelli. Sadece bana değil, herkese söylenmiş bir yalan. Üstelik dallı budaklı, üst üste binmiş, giderek büyümüş bir yalan. O kadar ki, belki Cem bile inanıyordu kendi yalanına.

Derya, “Cem ile yüzleşmelisin,” dedi. “Fazla kafanı yorma, git anlat, bakalım nasıl savunacak kendini…” Bol yüzüklü, ince uzun parmaklarıyla masanın üzerindeki telefonu bana doğru itti, “Hadi ara!”dedi.

Derya’yı bir iki senedir tanıyordum, ama aynı yerde çalıştığımızdan, gecemiz gündüzümüz beraber geçerdi. Güldüğünü kolay kolay göremezdiniz. Üzerinde gereğinden ağır bir hava vardı. Az konuşurdu, az gülerdi, az yerdi. Mert ise onun tam tersi, gördüğüm en konuşkan, dışadönük, iyimser adamlardan biriydi. Bir biçimde birbirlerini tamamlıyorlardı herhalde. Ben onları tanıdığımdan beri nişanlıydılar. Biraz para yapıp evlenmek istiyorlardı.

Telefonu geri ittim. “Hiç içimden gelmiyor. Neyini soracam, herşey ortada işte. Şimdi bin kere özür dileyecek, bitanecim bi daha yapmam bitanecim diyecek… Aynı tas aynı hamam…”

Derya, “Ee n’apcan ki başka? Ömür boyu kaçacak mısın ondan? Bir açıklama bile yapmadan…”

Aslında yapmak istediğim tam da buydu. ‘Puff!’ diye ortadan yok olmak! Bambaşka bir yerde, bambaşka bir hayata uyanmak.

Telefonu elime aldım, Cem’i aradım. İlk çalışta açtı, telaşla “Bitanecim, bitanecim çok merak ettim, nerdesin? Hemen geleyim, nerdesin? Niye açmadın telefonlarımı? Akşamdan beri kırk kere aradım…”

Hemen konuya girdim, “Cem, dün senin üniversitene gittim, öğrenci işlerinden kaydını soruşturdum, bil bakalım ne dediler?”

Soluğu hızlandı, boğuk bir sesle geveledi, “Hı ne, niye?”

“Kaydın maydın yokmuş, okulla bir ilişiğin yokmuş…”

Bağırmaya başladı, “Saçmalama, ne saçmalıyorsun, 55543 dedin mi? dedin mi?”

“Ne zırvalıyorsun, ne 5’i ne 3’ü?”

“Numaram, okul numaramı söyledin mi?”

“Cem ne zırvalıyorsun, bir daha beni arama tamam mı, arama beni, bırak peşimi. Nesin, kimsin belli değil, düş yakamdan…”

“Geliyorum, hemen oraya geliyorum, bitanecim anlatıcam, yanlışlık var, söylicem, nerdesin sen, nerdesin?”

“Buraya gelme, Derya’yla beraberim. Birazdan mesai başlayacak. Seni görmek istemiyorum.”

Deli gibi bağırmaya başladı, mesaiden önce görüşelim diye yalvardı. Hayır, dedim.

Derya gözlerini bana dikmiş bakıyordu. “Ya bi görseydin çocuğu be, bir şans ver de açıklasın,”

Cevap vermedim. Saat 2’ye geliyordu, kalktık, Bahçe’ye yollandık.

Hava soğuktu, hafta başı da olduğundan Bahçe’de bir masa bile yoktu. Önlükleri taktık. Sabahçılardan işi devraldık, akşama bir düğün yemeği vardı. Servis için masaları ve bahçeyi hazırlamaya giriştik. Mert süslemeleri almak için Eminönü’ne gitmişti. Az da olsa Bahçe’de böyle nişan, düğün yemekleri verilirdi. Genellikle, kır düğünü atmosferi yaratırdık davetliler için. Nezih, hoş geçerdi kutlamalar. 

Mert, yarım saat sonra eli kolu dolu geldi. Yüzünde kocaman bir gülümseme vardı, içi içine sığmıyor gibiydi.

“Kızlaaar, bilin bakalım ne oldu?” dedi. Boş boş yüzüne baktık, “Karşınızda bir transatlantik yolcusu duruyor, gelsin paralar…”dedi, Derya’yı kucakladığı gibi etrafında iki tur döndürdü. Derya’nın kaşı gözü değişti. Dudakları gülüyordu ama yüzünün kalanı endişe ve hüzün içindeydi. Yarım ağız, “Tebrikler,” dedi. Önlüğünü düzeltti, peçeteleri katlamaya başladı.

Mert ile göz göze geldik. Bir bahane ile yanlarından uzaklaştım. Mert’in sesini duyabiliyordum, “Kızım sevinmedin mi? Söz bak en fazla üç kontrat gidicem, her kontratta en az on beş bin dolar kaldırılıyormuş. Üç kontrata  bir ev parası toplarım ben. Hem gemide para harcanacak yer de yok, söz bak yemicem içmicem biriktiricem. Dönüşte de hemen evimizi alıcam. Fıstığım, hadi gül bakayım,” dedi ve kızı belinden sarıp kendine doğru çekti .

Mert geçen seneden beri bu gemi işini diline dolamıştı. Ankara’da bir acenta varmış, yurt dışında seyahat eden Amerikan bandrollü transatlantiklere servis elemanı yolluyormuş. Bu gemiler dev yolcu gemileriymiş. Özellikle Amerikalı turistler bunlarla dünyayı geziyorlarmuş. Garsonlar da, bonkör Amerikalı’lardan topladıkları bahşişlerle, memleketlerinde yatlar katlar alıyorlarmış. Aslında bana da  başvur demişti Mert, İngilizcem olduğundan şansım çokmuş. Hele de kızları çok daha kolay alıyorlarmış işe. Ben annemi bırakamam diye hiç oralı olmamıştım. Derya’nın da malesef İngilizcesi yoktu, o da başvuramadıydı. Aslında Derya’yla ben, Mert’in de gidebileceğine inanmamıştık. O anlatıp duruyordu ama bize çok uzak görünmüştü. Acenta dolandırıcı çıkabilir, demiştik. Dikkat etsindi de parasını kaptırmasındı. Derya gülüyordu, “Bırak kaptırsın da görsün gününü,” diyordu. Ona kalsa burada da güzel para kazanıyorlardı, evlenseler gül gibi geçinip giderlerdi. Ama Mert’in maceracı bir ruhu vardı işte. Aylar evvel bu iş için Ankara’ya gidip gelmişti. Kurs mu ne almıştı. Adamlar mülakat yapıyormuş, servis bilgisi, şarap bilgisi falan soruyorlarmış. Hem İngilizceni hem de mesleki bilgini ölçüyorlarmış. Epey bir çalışmıştı Mert. O şarapları, üzümleri tek tek ezberlemişti. Sonra da İstanbul’da bir otelde sözlüye girmişti. Sonunda olumlu yanıt gelmişti işte, gidiyordu.

Derya’nın yanına gittim, masada oturmuş peçete katlıyordu. Oturdum, elini tuttum. “İstersen seni İngilizce çalıştırırım, sen de gidersin,” dedim. Gözlerimin içine baktı, gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı, elini çekti, kalktı, tuvalete gitti. Mert’in de yüzü düşmüştü. Ben, “Sen git bir bak bence,” dedim. Mert,”Biraz yalnız kalsın, kendine gelsin, hadi kalk geç olmadan şu süsleri halledelim,” dedi.

Bahçenin tüm ısıtıcılarını açtık, rüzgarı kessin diye brandalarını gerdik. Her tarafta kağıt fenerler, kedi merdivenleri. Ağaçların arasında dallara sarılı ışık demetleri. Büyüleyici bir atmosfere bürünmüştü mekan. 

Düğün yemeği rezervasyonu 40 kişilikti. Akşam 7’de grup gelmeye başladı. 7:30 gibi siparişleri verdiler. Genelde gençlerden oluşan, şen şakrak bir gruptu. Kadehler kalktı, danslar edildi. Gelinle damat tangocuymuş, arkadaşları da öyle tabi. Gece boyu eski tangolar eşliğinde dans ettiler. Ben ilk kez böyle canlı canlı tango yapan birilerini gördüm. Adeta nefesim kesildi. Hayran kaldım. Erkekler takım elbiseli, kadınların hepsi birbirinden şık ve zarif.

Bu gece birilerinin eğleniyor olması bana da iyi geldi. İş hızlanınca Derya da kendisini işe kaptırdı ve biraz toparlandı. Mert her seferinde onun gönlünü almayı bilirdi zaten. Hem zaten kız ona öylesine aşıktı ki…

Belki de sorun buydu işte, aşk! Ben böyle aniden Cem’i hayatımdan silebiliyordum, çünkü aşık maşık değildim ona.

Başlangıçları verdik. Ana yemeklerin ardından pastayı kesecektik. Davetlilerin kadehleri boşaldıkça, kahkahaları da artıyordu. Pam pam pam, tangoya devam. Erkekler sırayla kadınları dansa kaldırıyor, kadınlar eteklerini savura savura pistte dönüyorlardı. Pasta kesmeden önce hepsi piste kalktı. Aileden yaşlıca biri, çiftin nişan yüzüklerini taktı, kurdelayı kesti ve bir anda tüm davetliler nişanlı çifti piste çekmeye başladılar. Kadınlar damadı sırayla dansa davet etti, erkekler de gelini. Gelinle damat sırayla tüm davetlilerle kısa kısa dans ettiler ve en son tangoyu da birbirlerine sakladılar. Gecenin son tangosunu beraber yaptılar. Hayatımda gördüğüm en romantik danslardan biriydi. Dans biterken biz dört katlı pastayı piste getirdik, maytaplar yanmaya başladı, alkış kıyamet…

Tam o sırada, giriş tarafından bir gürültü duyduk. Güvenlik Murat’ın sesi geldi, “Abi giremezsin, salon kapalı,” sonra biri, “Eliiiiiffff, Eliiiiiiiffff…”diye bağırdı. Aman Allah’ım! Bizimki elinde bir demet gül, Murat’ın kollarından kurtulmak için silkinerek Bahçe’ye dalıverdi. Sonunda güvenliğin elinden kurtuldu, dizlerinin üstüne eğilerek ayaklarıma kapandı. Tüm davetliler sus pus bize bakıyorlardı. Elindeki gülleri bana uzatarak, “Affet, sensiz yaşayamam, Elif beni affet,” dedi. Güvenlik Murat apar topar bunu yakasından tuttu, yerden kaldırdı. Kapıya doğru sürüklerken bizimki hala bağırıyordu, “Eliiifff, sensiz yaşayamam, duydun mu, öldürürüm kendimi, duydun mu Eliiiiiifff…” Ben öylece kalakalmıştım.  İşletme müdürü ile göz göze geldik. Bunu sonra konuşacaktık besbelli. Davetliler homurdandı. Gelinin babası işletme müdürünü çağırıp bir güzel haşladı. Zaten ikramlar bitmiş, pasta kesilmiş, danslar edilmişti. Ağızlarının tadı da kaçtığından yavaş yavaş dağılmaya başladılar.

Onları uğurladık, kapanışa geçtik. Hesaplar yapılırken, İlker, işletme müdürü, beni yanına çağırdı, “Bunu yarın konuşalım,” dedi.

Mert raporları alıyordu, bahşişi sordum, “kelek” dedi. “Adamlar koskoca düğün yemeğinde yediler, içtiler, dans ettiler, neredeyse hiç bahşiş atmadan gitmişler.” Mert, Derya, çocuklar hiçbir şey demediler ya, hepimiz bunun Cem’in son dakika golü nedeniyle olduğunu bal gibi biliyorduk.

Bire doğru işimiz bitti, çıktık. Ben çocuklara veda edip hemen fırladım. Gün yorucu geçmişti, erken erken eve gidip ayaklarımı uzatmak istiyordum. Dükkandan yüz metre uzaklaşmadan beyefendi karşıma dikildi. Ona direnecek gücüm yoktu gece gece. Sarılmasına izin verdim. Arbedede bir miktar yıpranmış olan gülleri elime tutuşturdu, aldım. Teşekkür ettim. Eve doğru yürümeye koyulduk. Kapıya vardığımızda beni öpmek istedi, durdurdum.

“Cem, bu iş yürümeyecek, bunu ne kadar çabuk kabullenirsen  ikimiz için de o kadar iyi,” dedim. Kollarımı sıktı, beni sarsarak, “Bitanecim, deme öyle” dedi. Gözlerinde beni korkutan bir ışık vardı. Beni omuzlarımdan sarsarak, “Bitanecim, seni kazanabilmek için söyledim o yalanı. İşsiz güçsüz, hayta demeyesin, dedim. Zaten bu yıl sınavlara girecektim yeniden, zaten kazanacaktım orayı. Hadi, affettim de, hadi,” dedi. Gece gece kapı önünde konu uzasın istemedim. “Bunları yarın salim kafayla konuşalım, olur mu?” dedim. “Olmaz, uyuyamam bu gece, affettim de, hadi, de!” dedi. Gözleri kısılmış, sesi boğuk boğuktu. “Tamam, affettim, hadi bırak gideyim,” dedim. Yanağımdan öptü, ceketimin kollarını bıraktı, anahtarı çıkarıp içeri girene kadar arkamdan baktı. Alelacele yukarı çıktım, eve girdim, kapıyı örterek yere çöktüm. Cem bitmişti benim için, ama bunu ona anlatmak o kadar da kolay olmayacaktı.

DEVAM EDECEK…

Bu yazı Arkası Yarın-Bir Roman Denemesi kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.