GÖBEĞİ KARA LALE

İnce, uzun ve yaşına göre hayli sportif olan Jerry’nin elindeki İstanbul Şehir Rehberi’ni çekip aldım. Saatlerdir adım adım Sultanahmet’i arşınlıyoruz. Şimdi de tutturmuş bir Caferağa Medresesi gidiyor… Rehberin, altı yer yer çizili, boşluklarına şık bir el yazısı ile notlar eklenmiş İngilizce satırları arasında aradığımı buldum, “İşte, açık adres burada, Caferiye Sokak, Soğukkuyu Çıkmazı, Numara 1.”
Jerry, derileri buruşmuş kemikli parmağı ile tabelayı işaret etti, “Soğukkuyu Çıkmazı. Evet, burası, bravo!”
Şu yabancılar ne meraklı oluyor. Her deliğe girip çıkmadan rahat etmiyorlar. Neymiş efendim, kitapta yazıyormuş da, burası da mutlaka görülmeliymiş de. Sabahtan beri ayaklarıma kara sular indi. Topkapı, Aya Sofya, Yerebatan… Üstelik, kimbilir kaçıncı Sultanahmet turumuz bu. Bir medresemiz kalmıştı eksik.
“Burayı ilk kez benden duyuyorsun, itiraf et!” dedi. Sıkıntılı, sahte bir gülücükle kafa salladım. Gözlükleri üzerinden bana bir bakış attı. “Buurak,” adımı tuhaf bir aksan ile vurguluyor, “böyle bir zenginliğin ortasında yaşıyorsun, ama bir Parisli’den betersin. Metro, büro, uyku! Ne biçim gençsiniz. Güzel olanı takdir etmesini bileceksin, yoksa hayat…ee.. hah!.. yoksa hayat, etsiz kebaba benzer. Ha, ha, ha!..”
Jerry tam bir İstanbul aşığıydı. “İstanbul… Herşeyin mümkün olduğu, sürprizli, enfes şehir,” derdi hep. Her İstanbul ziyaretinde de beni yaka paça, oradan oraya sürüklerdi.
Kapıdan içeri girince, şipşirin taş bir avluyla karşılaştık. Avlunun etrafında onbeş minik odacık sıralanmış, her birinin içinden türlü türlü sesler, renkler, kokular birbirine karışıyor. İnceden bir ney, hüzünlü bir melodiyle insanın içini buruyor, ama garip bir biçimde de dinleyeni gevşetip rahatlatıyor. Kendimi, başka bir zamana girmiş hissediyorum. Bildiğim zamana paralel, bununla beraber çok daha yavaş akan, başka bir zaman…
Jerry, “Şunlara bak, baharın müjdecisi sarı laleler. Türkçe’si nedir bu çiçeğin?”
“Lale!”
Avlunun girişinde kızın biri, ismini duyan insanlara özgü bir refleks ile aniden bize döndü, “Efendim?”
Göz göze geldik. Anımsayamadığım bir süre kadar cevap veremedim. İnce, zarif ve solgun bir yüz ile tezat, iri, capcanlı, yemyeşil gözler. Hayatım boyunca gördüğüm en güzel yeşil gözler. İnsanı gerçeklikten koparan, el değmemiş, karanlık, koyu yeşil bir ormanın kuytu köşelerine çeken, sisli yeşil gözler. Ben gücümü toplayıp gözlerimi çekemeden genç kız, uzun kumral kirpiklerini yelpaze misali indirdi.
“Afedersiniz,” diyerek bu yanlış anlaşmayı açıkladım. Lale, belli belirsiz gülümseyerek başını öte yana çevirdi ve ardında hafif çiçek kokusundan nefis bir bulut bırakarak, avlunun etrafındaki odacıklardan birine doğru uzaklaştı. Gözlerinden mahrum kalan gözlerim kısa bir acı ile gerçek hayata döndü.
Jerry, uzaklaşan kızın arkasından bakarak lafına kaldığı yerden devam etti,
“Doğa ne mucizevi bir güzellik barındırıyor, görüyor musun? Her taşın dibinden yeşil taze bir ot, ufacık toprak parçasından muhteşem laleler, sümbüller, güller fışkırıyor. Bize inat. Sana inat.”
“Nedenmiş o öyle, bana inat?”
“Sabahtan beri somurtuyorsun, farkında değil miyim sanki. Ne olmuş alamadıysan o terfiyi? Dünyanın sonu değil ya?”
Bu konuları onunla konuşmak istemiyorum, ne de olsa adam merkez ofisten. Gerçi farklı bir birimden, hem, bunca yıl Amsterdam, İstanbul arası gidip gelmelerimiz sayesinde, aramızdaki resmiyet de eridi gitti ya. Yine de…
Avlunun taş döşeli zemini boyunca yürüyerek, biraz evvel Lale’nin girdiği odacığa en yakın masaya yöneldik. Ferforje ayaklı, mermer tablalı masanın narin görünümlü sandalyesini hafifçe çekmeye yeltendim. Milim oynatamadığım sandalyenin zarif görünümüne inat nasıl bu kadar ağır olabildiğine şaştım.
Terfi alamamak dünyanın sonu muymuş, sonu tabi. Yıllardır paralıyorum kendimi, söz vermişlerdi, pabucumun direktörü açık açık söylemişti performans değerlendirmemde, “Bir sonraki adımın belli, Finans Müdürü. Pozisyon bekle, ‘miş’ gibi çalış. Göster kendini.” Bir de utanmadan inkar etti geçen gün, “Ben öyle bir söz vermedim, sadece böyle bir ihtimal var dedim,” diye. Sinirlenip sesimi yükseltince nasıl da makamına geçip oturdu, haddini bil gibilerden… Hiç iyi olmadı, yok. Sinirlerime hakim olamadım, puan kaybettim şimdi. Sen yıllarca iğneyle kuyu kaz, lobi yap, çalış çabala… Kıçıkırık Refik gelsin, kapsın pozisyonu. Amerika’da yüksek lisansı olan ben, senelerce bu şirkette, gece gündüz demeden dirsek çürüten gene ben, üstleri ile arası iyi olan, İngilizce’yi sular seller gibi konuşan, ben, ben hep ben. Ulan boyum bile uzun adamdan be, adamın tipi yakışmıyor bir kere bu makama…
Jerry, “Elma çayı içer misin?”
“Yok, o şekerli sudan hiç hazzetmiyorum,” garsona dönerek, “Oğlum acı bir türk kahvesi getir sen bana.”
Jerry elindeki kitaptan yüksek sesle okumaya başladı, “Caferağa Medresesi, 16’ıncı yüzyılın ikinci yarısında, sanatçıları koruması ile tanınan devlet adamı Cafer Ağa tarafından Mimar Sinan’a…”
Bakışlarım, Lale’nin az önce girdiği minik odacığa kaydı. İçerde gençten birkaç kişi ebru yapıyorlardı. Nedense gözlerim onu arıyor. Lale.
“… biliyor musun?” diye sordu Jerry. Kavanozdan kurabiye çalarken yakalanmış yaramaz çocuklar gibi yerimde sıçradım, “Ha, ne?”
“Lale diyorum, Doğu Mitolojisi’nde nasıl anlatılır, biliyor musun?”
Konu Medrese’den laleye ne zaman gelmişti? Yoksa bu yaşlı kurt zihin de mi okuyordu. Jerry’nin bu tek taraflı sohbetine, ilgimi çeken yerinden kanca atmış olmaktan memnun, sordum, “Yok, bilmiyorum, nasılmış?”
“Dinle bak! Perslere göre lalenin kökeni şöyle, günün birinde zarif bir yaprağın üstünde birikmiş çiğ tanesine yıldırım düşer, zavallı yaprakla çiğ tanesi alev alır, ardından öylece donar kalırlar. İşte göbeği kara bu çiçeğe lale denilir. Lalenin ortasındaki koyuluk bu yanma işleminin sonucudur yani.”
“Türkiye’de kadın ismi olarak kullanılır, Lale. Yüreği yanık gibi, pek hüzünlü bir anlamı varmış. Dert, tasa çağrıştırıyor. İnsan adıyla yaşar derler. Kızım olursa adını Lale koymayacağım.”
Jerry itiraz etti, “Hemen karar verme, Batı Mitolojisi’nde, sahibinin talih muskası diye geçer lale. Üstelik çiçeklerin dilinde de güzel gözler ve ün anlamı taşır.”
“Güzel gözler, evet, gerçekten güzel gözler…” diye mırıldandım.
“Ne dedin?”
“Kadın dediğin diyorum, güzel gözlere sahip olmalı, şöyle bir baktı mı adamın yüreğini yakmalı.”
“Ha, ha, ha… Komiksin Burak, seninkinin gözleri nasıldı ki, dur bakayım, geçen sene tanışmıştım, güzel gözlerdi evet, zeki, parlak bakan güzel gözler.”
Dilara! Dilara’nın gözlerine güzel diyebilir miyim, bilmem. Ancak bakışlarında birşey var. İhtiras mı desem, hırs mı? Beni yakınında tutan birşey… “Bu işin tadı kaçmaya başladı,” demişti geçenlerde. “Bizimkiler modern dediysem, o kadar da değil. Şu düğün işini halledelim artık.”
Annem nedense ısınamadı bu kıza bir türlü. “O Dilara’dan sana eş olmaz, yırtıcı kedi gibi mübarek, geçen dedim, e kızım çocuk olunca evde oturmak lazım gelir bir süre. Ne dedi, duydun mu? “Devir değişti efendim, artık parayı veren düdüğü çalıyor, ben bakıcıların en iyisini tutarım, hele bi o günler gelsin de.” “Ben sanki bilmiyorum, aklım yok benim. Dil pabuç kadar, nah böyle. Bakıcıyla, öz anne bir olur mu hiç?”
Aman zaten anneme yaranılmaz ki. Ben bile yaranamadım, kızcağız ne yapsın. Senelerdir, Ferhunde’nin oğlan kadar olamadım. Murat şöyle, Murat böyle… Bu Murat yemedi içmedi, bana nispet işler becerdi, kendimi bildim bileli. Adam sanki sırf bunun için dünyaya gelmiş.
“Bak burası 89’da Türk Kültürü’ne Hizmet Vakfı tarafından onarılmış ve halihazırda Uygulamalı El Sanatları Merkezi olarak Geleneksel Türk Sanatları’nın tanıtılması amacıyla hizmet veriyormuş. Ebru, hat, el işi, ud, ney, seramik, minyatür, vitray…” diye kitaptan devam etti Jerry.
Lale, odacıktan çıktı, kendini avludaki sandalyelerden birine bıraktı. Minik beyaz ellerinin ince parmaklarında morlar, kırmızılar, maviler vardı. Elinin tersini çevirdi, narin beyaz bileği ile alnına düşen kumral perçemini gözünün önünden çekti.
Jerry, “Deminki kız değil mi bu? Çok güzel gözleri var.”
Bakışlarımı Lale’den çektim, “Evet, güzel gözler,” dedim. “Dedim ya, insan adı ile yaşar.”
“Yüreğinde bir yangını da varsa inanırım,” dedi Jerry.
“Orasını bilmem ama, ne kadar kendi halinde görünüyor, kendi ile barış halinde yani, baksana. Dışarda dönenlerden bihaber sanki, sadece sanatında aklı. Sakin, huzurlu… En önemlisi de şimdide, anda.”
“Gerçekten göründüğü gibiyse, sahibinin talih muskası denilir böylesine,” dedi Jerry keyifle. “Bak Istanbul’un kızları da batılı hemcinslerine döndü son yıllarda. Ofistekiler mesela. Kariyer peşinde hepsi. Tuttuğunu koparan cinsten. Mücadeleci. Eskiden doğunun zarif prensesleri, sessiz, sakin, vakur güzellerini hayal ederdik, şimdi onlar da kalmadı. Erkekler kadın gibi, kadınlar erkek,” diye devam etti Jerry.
“Ben aslında hep güçlü kadınları beğenmişimdir. Gerektiğinde sesini yükseltsin, yumruğunu masaya vursun isterim. Akıllı ve cüretkar bir partner. Kadın dediğin erkeği zorlamalı. Aramızda sürekli bir cenk, bir mücadele olmalı ki tutku ve aşk ölmesin,” dedim.
Jerry gülümsemekle yetindi. O gülüşün altında, daha gençsin hele bir yaşa gör, gibilerinden ince bir alay sezdim. Kendimi haklı çıkarmak istercesine üsteledim, “Dilara mesela, hırslı ve cüretkar.”
“Evet, haklısın. Hakikaten öyle. Ama Lale’nin akışa teslimiyetinden de etkileniyorsun işte.”
“Lalenin ömrü kısa olur. Bizim gibi adamları bir ömür boyu kendine bağlayabilecek potansiyel göremiyorum onun gibilerde.”
Jerry dudak büktü, “Hayattan ne beklediğine bağlı.”
“Hayattan, her şeyin en iyisini bekliyorum. En iyiyi! Para, servet, lüks ve güç…”
“O halde doğru yoldasın. Dilara da senin gibi. Beraber çalışır, didinir elde edersiniz tüm maddi isteklerinizi…”
“Hadi ama, bırak sözcük oyunlarını. Sen sanki maddi kaygılara teslim değilsin! Kaç yaşına gelmişsin, hala dirsek çürütüyorsun. Üstelik evli bile değilsin. Mirası yedirmeme kaygısı mı bu ha, hadi söyle bakayım,”
“Burak, şimdiki aklım olsa, şu güzel gözlüyü tavlar, sahil kıyısında bir kasabaya yerleşir, onun sanatını izleyerek yaşlanırdım. Emin ol.”
“Ohooo!.. İçin geçmiş senin. Hayat mücadeleden ibaret. Yol kenarında biten çiçeklere, böceklere harcayacak zaman yok. Koşmayan, geriden gelenlerin ayakları altında ezilir. Sen de bal gibi biliyorsun ya işte… Senin tatile ihtiyacın var Jerry, yazlık evin nerdeydi, Sevilla mı? Bir hafta ayarla ve kaç bence.”
Jerry güldü, “Evet, tatil güzel olurdu… Hesabı alalım mı artık?”
Garsonu çağırdım.
Aklım Jerry’nin sözlerine takıldı. Lale yanındakine tatlı tatlı birşeyler anlatıyor. Gülüştüler. Saat bile yok kollarında. Oysa ben hep yetişme telaşındayım. Tatil günü de olsa, hep bir yerlere koşuyorum, koşturuyorum, koşturuluyorum. Cebimden bir onluk çıkardım, masaya bıraktım. Telefonum çaldı, Dilara, “Burak nerdesin hala? Akşama program yaptım, bizim şirkettekilerle yemeğe gidiyoruz, Boğaz’a, hani geçenlerde gittiğimiz balık lokantasına. Üstüne şık birşeyler ayarladım. Acele et biraz, olmaz mı?” Ben tamam derken, “Kusura bakma kapatmam gerek,” diyerek kapattı.
Medreseden çıktık. Akrep ve yelkovan, o alışık olduğum, kaç, kovala, yakala oyununa başladı yine. Yukarı meydana doğru yürümeye koyulduk, yanyana, sessiz. İçimden bir ses, döneceksin, diyor, bu iş burada bitmez!..

Bu yazı Hikayeler kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.