15 Mart 2014 – İnsanların Sana Nasıl Davranacağını Bizzat Sen Belirliyorsun

İnsanların sana nasıl davranacağını bizzat kendin belirliyorsun.  Birilerinin sana davranışlarından memnun değilsen, önce sen değişmelisin. Alanını korumak üzere harekete geçmelisin. Ondan sonra çevrendekiler de değişiyor. Ya sana karşı tutum ve davranışlarını değiştiriyorlar ya da hayatından çıkıp gidiyorlar. Her iki halde de sonuç senin için daha hayırlı oluyor. Yıpratıcı bir ilişkiyi o şekliyle sürdürmek manasız.

Bunu bizzat yaşayarak öğrendim, öğreniyorum.

Az evvel, yirmi yıllık, çok sevdiğim ve çok değer verdiğim bir arkadaşım ile ipleri kopardık. Acı çekiyor muyum, evet. Bu süreç, neredeyse, eşimden boşanıyormuşçasına etkiledi beni.

Ama, sanırım olması gereken buydu. Çünkü, onu o yapan, onunla özdeşleşmiş ve çok sık tekrarlanan bazı davranışları, beni inanılmaz derecede üzüyor, kırıyor ve gergin hissetmeme neden oluyordu.

Yirmi sene boyunca bu konuda kendisine hiçbir geribildirim vermemekle en büyük hatayı ben yaptım, biliyorum. Sonra bir anda, bir örnek olayın ardından, kendisine mesaj yazarak içimi döktüm, özetle şöyle yazdım: “Bana karşı alaycı, sarkastik, aşağılayıcı tutum ve davranışların var, bu durum beni çok kırıyor, çok geriyor.  İşin kötüsü, bu davranışlarını değiştirmen zor olabilir, çünkü bunlar seni sen yapan, seninle özdeşleşmiş davranışlar.”

Elbette, bunları söylemek için yirmi yıl beklememe, yüz yüze değil de mesaj ile söylemiş olmama bozuldu. “Bu davranışlarını değiştirmen zor olabilir” demiştim, o bunu “sen değişemezsin” olarak algıladı. Aslında haklı, kendimi çok tarttım, evet, aslında değişemeyeceğine inanıyorum. İnsan kendi ile ilgili bazı şeyleri değiştirebiliyor belki ama kendisi ile özdeşleşmiş çok temel şeyleri değiştirmek öyle kolay olmuyor. Sonuç olarak, köprüleri yaktı. Ateşi ben fitilledim, o da körükledi.

Ama benim bunu kabullenmem kolay olmadı. İçimde hala bu ilişkiyi kurtarabileceğimize dair bir inanç vardı. Benim yoğun ısrarlarım sonucu yüz yüze geldik. Bir saat kadar konuştu, içini döktü. Bunu yapması için buluşmak istemiştim zaten. Bu konuşma sırasında yine çok çok kırıcıydı. “O halde neden yirmi yıl bekledin, alttan aldın,” dedi. Güzel soru, birkaç cevabı da var, orada kendisine söylemem için fırsat olmadı ama bir kaçı şöyle:

1- Çatışmadan kaçınan, çatışmayı mümkün olduğunca erteleyen bir yapım olduğu için,

2- Yüz yüze ona böyle bir şey söylediğimde gösterebileceği tepkilerden çekindiğim için,

3- Onu kaybetmek istemediğim için, bu davranışlarına karşın onu çok sevdiğim için, kara kaşı kara gözü için değil, bu sivri diline karşın benim en güvendiğim, kötü günde yanımda olacağını bildiğim, iyi niyetine yüzde yüz emin olduğum, temelde ortak değer yargılarına sahip olduğumuza inandığım bir kişi olduğu için,

ve bunun gibi bir çok sebepten sustum. Ama artık 36 yaşındayım ve ne isteyip ne istemediğimi çok net biliyorum. Baş edebileceğim, alttan alabileceğim davranışlar var, baş edemeyeceğim, alttan alamayacağım davranışlar var. Ve terslenmek, dalga geçilmek, sarkazm baş edemeyeceğim davranışlar arasında. İki kere iki dört.

Neden yirmi yıl sustun, dedi, seni sevdiğim ve kaybetmek istemediğim için derken beni susturdu: “Duygu sömürüsü yapma!”

Bu ne kadar kırıcı, ne kadar kırıcı, işte bu, bir kez daha anlamamı sağladı, o değişemez ve ben artık hayatımda bunu istemiyorum. Masadan kalktım, gittim.

Böylece, 36 yıllık ömrümde ilk kez bir arkadaşımla köprüleri yaktım. Yani, benden hoşlanmadığı için benimle görüşmek istemeyen bir dolu kişi olabilir. Onlardan bi haberim ama ilk kez bir arkadaşımla bu şekilde tartışarak ilişkimi bitirdim. Üstelik, her hangi bir arkadaştan söz etmiyorum. En değer verdiğim, en sevdiğim arkadaşlarımdan birisiydi kendisi.

“Hayatınızda kopmalar, bitişler olabilir,” demişti Zeynep Aksoy, “sen dönüştükçe çevren de değişecek, dönüşecek,” hiç üstüme alınmamıştım o vakit. “Aman, inşallah bende olmaz,” demiştim.   Ama, program bitti ve böyle bir olay yaşadım.

Pişman mıyım, hayır, hiç değilim. Her şey olması gerektiği gibi oldu. Bilakis, mutluyum. Alanıma sahip çıkmak için çok geç bile kaldım.

Bu kadar basit, benimle dalga geçilmesini, bana karşı sarkazm yapılmasını istemiyorum. Hazır cevap olmadığım için anında yüzleyemesem de, mutlaka bunu bana yapanlarla yüzleşeceğim. Ya hayatımdan çıkıp gidecekler, ya da bana bu şekilde davranmaktan vaz geçecekler, bu böyle biline.

Tüm bu olanlar bana şunu söylüyor, üzerinde çalışmam gereken şey şu:

Çatışmadan kaçmamak ve beni kıran, üzen bir davranışa maruz kaldığımda, üslupluca ve vakitlice bunu karşımdakine iletmek! Bu benim için çooooook zorlu bir çalışma. O kadar zor, o kadar zor ki, size anlatamam. Ama, üzerinde çalışmam gereken şey budur!..

 

Günlük kategorisine gönderildi | 2 yorum

14 Mart 2014 – Hoca Olmak ya da Olmamak

Yoga’da henüz çok çok yeniyim. 2009’dan beri yoga yapıyorum. Araya hamilelik girdi, mola da verdim. Ama 2012 Mayıs-Haziran gibi yeniden başladım ve o tarihten bugüne düzenli yoga yapıyorum. 2013’ün ikinci yarısında hocalık eğitimim başladı. Mart 2014 itibarı ile de sertifikalı Yoga Eğitmeniyim. Ha bu arada 2013’ün sonunda Hamile Yogası Hocalık Eğitimi’me de başlamıştım, o da nihayete ermek üzere, halihazırda son staj derslerimi verme aşamasındayım. Bundan gayrı da eğitimim yok. Günlük meditasyon ve yoga pratiğime sadık kalmaya gayret ediyorum. Çocuklu bir kadın olarak bu da her gün ayrı bir mücadele. Yine de hiç fena gitmiyorum.

Sonuç olarak, Yoga’da çok yeniyim. Ama ders veriyorum. Hem de yaklaşık altı aydır, arkadaşlarıma, düzenli olarak ders veriyorum. Şimdi, daha profesyonelce, mesela karşılığında para talep ederek, ders vermeye devam edeceğim. Derslerim önümüzdeki pazartesi başlayacak.

Kendimi çok sorguladım, doğru mu bu, böyle hemen hocayım diye piyasaya çıkmak, doğru mu? Yıllarını bu işe vermiş hocalara saygısızlık olmuyor mu? Yoga bu kadar hafife alınacak bir mevzu mu? Ancak, Zeynep Aksoy bizi bu konuda çok yüreklendirdi. Eğitimin ilk hafta sonu bitmişti ki, “Bir dahaki buluşmaya kadar çevrenizde gönüllü bir kişiye 30 dakika yoga dersi vereceksiniz,” dedi. Ben bunun imkansız olduğunu düşünmüştüm. Ödevimi de son güne kadar erteledim. Son gün, annemi yakaladım 🙂 ve ona 30 dakikalık bir mini yoga dersi verdim. Sonuç şu oldu: Annem çok keyif aldı ve Savasana’da bir yarım saat kadar uyudu, bildiğin horul horul uyudu. Bu bana çok güven verdi. Zaten ikinci hafta sonu buluşmamızın ardından da bir grup arkadaşıma düzenli Yoga dersi vermeye başladım.

Arkadaşlarımdan çok güzel geribildirim aldım. Altı ayı aşkın süredir birlikteyiz, bana verdikleri en güzel geribildirim: “Tuğçe bize yogayı sevdirdin, sen bizi bırakmadığın sürece biz de seni bırakmayız,” oldu.

Bu benim maharetim mi, biraz 😉 ama esasen bu Zeynep Aksoy, Naz Şarman, Hakan Aktürk, Hande Özbakır, David Cornwell ve Cihangir Yoga’nın marifeti. Çünkü, ben zannetmiyorum ki her Temel Yoga Hocalık Eğitimi bu kadar dolu dolu olsun. Bilemiyorum, başka bir eğitim deneyimlemedim elbette ama bu eğitim benim için çok sağlam bir temel oluşturdu, buna canı gönülden inanıyorum.

Aslında, pratik olmadan olgunlaşma gelmiyor. Yoga yapmak ayrı bir pratik, ders vermek ayrı. Eğer ben eğitimin başından beri arkadaşlarıma ders veriyor olmasaydım, bu kadar çok şey öğrenmiş olmam mümkün değildi. Hatta, eğitim süresince hiç ders vermemiş arkadaşlarım, bundan sonra da uzunca süre ders vermezlerse, aldıkları eğitime bir miktar haksızlık etmiş olacaklar ve ders vermek konusunda kendilerine güvenleri de azalacak, buna yürekten inanıyorum.

Bugün 4 yıllık bir üniversite mezunu olan herkes diplomasını alarak mesleğini icra etmeye başlıyor. Ben üniversite mezunuyum, bir çok arkadaşım da öyle. Söyleyin n’olur, okurken mi öğrendiniz mesleğinizi, yoksa sonrasında, iş hayatında mı?

Bugün genç bir öğretmen, okuldan mezun oluyor ve ders vermeye başlıyor. Hele ki ilk okul öğretmenleri, çocukların gözünde yarı Tanrı’lar. Nasıl büyük bir sorumluluk. Ben ilk okulda, yılların deneyimi ile eğitim veren öğretmenimin bir yanlış davranışı sonucu yaşadığım travmanın izlerini hala taşıyorum. Yani, kimi zaman, okul mezunu olmak, yıllarca da deneyime sahip olmak yetmeyebiliyor işte. Her şeyi kontrol edemiyoruz.

Bir cerrah, doktor, mühendis, psikiyatrist… bilemiyorum işte, sorumluluğu çok yüksek meslek erbapları, deneyimlerini nasıl kazanıyorlar, bizzat o mesleği uygulayarak.

Yani, Yoga için de durum aynı.

Bunun yanında, öğrencilerimin gözünden baktığımda da, bazı durumlarda, yolun başında olmamın bir avantaj olduğunu düşünüyorum. Onların pozlar arasında akarken bedenlerinde ne gibi hisler olduğunu biliyorum, çünkü çok uzaklarında değilim, oralardan yeni geçtim. Kendi günlük pratiğimden edindiğim bilgiyi onlara aktarabiliyorum. Aslında, şey gibi bu, lise üçe giden birisi, bazen lise ikiye giden bir kişiye çok daha iyi aktarabiliyor konuları, çünkü bilgileri çok taze.

Bence:

Günlük yoga ve meditasyon pratiğimin bulunuyor olması,

Yogayı din kontekstinde sunmuyor olmak,

Başlangıç seviye yoga pozlarını uyguluyor olmak (kendi pratiğimde deneyimlediğim pozlar),

Kişilere herhangi bir duyguyu, düşünceyi, hissi, normu, dünya görüşünü dayatmıyor olmak, yani onların oldukları gibi olabilmeleri için onlara alan yaratabilmek,

El ile yönlendirme yaparken derinleştirici yönlendirmelerden uzak durmak, her bedenin kemik yapısının farklı olduğunu gözetmek,

Aksiyel Ekstansiyonu akılda tutmak,

Beş element merceğinden pozları anlatıyor olmak (sağlam zemin, uzun omurga, drişti, nefes ile akmak, gevşek merkez, nefesi itip çekmemek, tutmamak)

Pozlarda kişinin bedendeki hislere odaklanmasını ve acı ile yoğunluk arasında ayrım yapabilir hale gelmesini desteklemek, ve diz, bel, boyun gibi kolay incinir bölgeleri sağlama alarak pozları sunmak ve

Deneyimli hocalar ile aynı miktarda para talep etmiyor olmak şimdilik yeterince iyi, ne dersiniz?

Bundan sonrası, bol pratik, bol eğitim, bol öğrenme umarım 🙂

Günlük kategorisine gönderildi | 14 Mart 2014 – Hoca Olmak ya da Olmamak için yorumlar kapalı

12 Mart 2014 – Bugün Bir Evlat Doğdu, Bir Evlat Toprağa Veriliyor

Bugün bir evlat doğdu, İnci’m, her şeyim, adını her söylediğimde yüreğimi titreten kızım. İnci’m iki yaşında, 15.5 kilogram ağırlığında.

Bugün bir evlat toprağa veriliyor, Berkin, adını her andığımda yüreğimi titreten çocuk, Berkin. Berkin 15 yaşındaydı, öldüğünde, 16 kilogram ağırlığında.

Günlük kategorisine gönderildi | 12 Mart 2014 – Bugün Bir Evlat Doğdu, Bir Evlat Toprağa Veriliyor için yorumlar kapalı

11 Mart 2014 – İnziva Dönüşü

O kadar çok şey var ki yazacak, nereden başlasam, bilemedim. Öncelikle şunu belirtmek isterim, kopuk kopuk yazabilirim. Sizi sarmazsa, her an okumayı bırakabilirsiniz, zira aslında ben bu bloğu tamamen kendime notlar şeklinde yazıyorum. Ha bu arada, birileri okuyup beğenirse, bana yorum bırakırsa falan inanılmaz mutlu oluyorum, ama, bu blog aslen benim günlüğüm.

Her şey değişiyor, elbette ben de. Bugün doğruluğuna canı-gönülden inandığım şeylerden yarın şüpheye düşebilirim. O vakit geriye dönüp yazdıklarımı değiştirmeyeceğim. Sadece farkına varacağım. Duygu ve düşüncelerim ne kadar değişmiş, görmüş olacağım.

Gelelim inzivamıza… İnzivadan çok etkilendim. İnci ve Hafizabla ile birlikte gittik Sundance Camp’a. Sundance, Antalya Tekirova’da, deniz kenarında, çok büyük bir arazi üzerine kurulmuş bir kamp. Bir yanı deniz, bir yanı dere, bir yanı da orman ile çevrilmiş. Kamp, mümkün olduğunca doğaya hürmet edilerek kurulmuş. İnsan kendisini ormanın içinde, medeniyetin olmadığı, hatta sanki insan elinin pek değmediği bir yerdeymiş gibi hissediyor. Örneğin, odadan ortak alana/kafeteryaya, ortak alandan yoga yaptığımız platforma/dome’a giderken kullandığımız yollar bildiğin toprak. Hatta yağmurla birleşince epey balçık kıvamına girdi. Bu yollarda herhangi bir aydınlatma yok ve gecenin kör karanlığında ellerimizde fenerlerle dolaşmamız gerekti.

Yoga yaptığımız platform kocaman bir daire şeklinde, zemin ahşap parke kaplı. Buraya ‘Dome’  diyorlar çünkü tepesi bir branda ile kubbe şeklinde örtülmüş. Kubbe çok yüksek, genç bir kadın var, adı Deniz, sanırım oranın sahiplerinden birisi, bu alanda trapez çalışıyormuş.

Evler bir kaç kategoriye ayrılmış, dört bir yanı açık ağaç evler var, incecik sunta-vari bir malzemeden yapılmış bungalovlar var, bir de balayı süiti 🙂 bizim evimiz, kerpiç ev. Bazı evler sobalı, bazıları klimalı. Bizimki, elbette, klimalı. Bazı evlerde duş, tuvalet yok, o evlerin sakinleri ortak alanda duş almak zorunda. Ee bizim konakta duş, tuvalet var, pek tabi. Ben çocuklu olduğumdan, kampın en konforlu evini seçtim. İyi ki de öyle yapmışım. Çünkü, ilk iki gün havalar epey soğuktu ve bardaktan boşanırcasına da yağmur yağıyordu. Sobalı bungalovda kalanlar biraz zorlandılar. Sobalar gecenin bir vakti sönüyor, ev bir anda soğuyor… Biz çok rahat ettik. Evi klima ile ısıttık mıydı, ısı içerde hapsolup kalıyor, malum, kerpiç ısı yalıtımı yapabilen iyi bir malzeme.

Yolculuk rahat geçti. Uçakla Antalya’ya indik. Hafizabla ilk kez uçağa biniyordu ve çok heyecanlıydı. Kadıncağıza bir şey olacak diye çok korktum ama, atlattık. Uçak yolculuğunun ardından, alanda bizi bekleyen otobüse bindik. İnci, otobüs yolculuğu süresince kucağımda uyudu. Antalya’ya, sabah 11 gibi indik. Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. Otobüs yolculuğu da 45 dakika kadar sürdü sanırım. Otobüs bizi kampın girişinde bıraktı. Sundance’in iri yarı bekçi köpekleri karşıladı bizi. Yerler çamur çaylak, çantalar çamurun içinde yüzüyor. Deli gibi yağmur durmak bilmiyor. İnci bu esnada uyandı tabi, kampa girerken her gördüğü şeye şaşırdı, böyle sesli sesli “Aaaa!.., Aaaa!..” dedi durdu. Önce kafeteryaya girdik. İçerde çıtır çıtır soba yanıyordu. 45 ıslak insanız, herkes evine, odasına yerleşme telaşında. Neyse, sağanak altında odamıza yerleştik, klimamızı çalıştırdık. Ve maceramız başlamış oldu.

İlk günden Dome’da toplandık. Ben, Hafizabla ve İnci’yi ortak alanda bıraktım. Sobanın başında, içerde minnoş kediler, dışarda sağanak yağışın sesi… Oh cennet…

Dome epey soğuktu. İçerde kalın kalın battaniyeler bulduk. Hepimiz birer ikişer aldık, battaniyelere sarılı halde matımızın üzerine oturduk. Ve Zeynep Aksoy geldi, ders başladı.

Zeynep Aksoy’un hocalık eğitiminden, kurduğu sistemden, aktardığı bilgilerden çok etkilendiğimi her fırsatta söylüyorum. Ama, bunun yanında, kişiliğinden de çok etkilendim. Enteresan bir aurası, bir karizması var. Biraz çekiniyorum da kendisinden. Öyle, minnoş minnoş, sempatik, “iyilik, güzellik, sevgi… içinde, içinde…” diyen bir hoca değil. Dik bakışlı, lafını esirgemeyen, nerede ne tepki vereceği belli olmayan birisi. Öyle mükemmel bir kimse de değil. Yani, kim mükemmel ki? Demek istediğim şu, mükemmel görünmek telaşında bir kimse değil. Olduğu gibi. Aslında, o hali ile çok naif, çok açık, eleştiriye, yaralanmaya, ya da sevilmeye, takip edilmeye. Her şeyi ile karşımızdaydı, olduğu gibi. Çocuklarını da getirmiş, eşi David Cornwell de oradaydı. David de meditasyon bacağını verdi bize.

Zeynep Hoca bir laf etti, sözcükleri tam hatırlamıyorum da içerik itibarıyla şöyle bir şey dedi: “Ben burada hoca sıfatı ile bulunuyorum ve siz bana şimdiye dek bir hocaya atfettiğiniz sıfatların süzgecinden bakıyorsunuz. Ben bir öğrenci sıfatı ile burada bulunuyor olsaydım, benim hakkımdaki hisleriniz, fikirleriniz, benimle kurduğunuz diyalog çok daha farklı olabilirdi.”

Ay, ne kadar doğru. Ben hoca/öğretmen olarak bana bilgi aktaran kişilerden, ya da otorite olarak karşımda bulunan kimselerden, direktörüm, müdürüm vs., hep çekinmişimdir. Onların uzağında durmuşumdur. Öyle gidip yanlarına oturmam, sohbet etmem, arkadaş olmam. Zeynep Hoca’dan da uzak durdum kamp süresince. Ama, ona o kadar müteşekkirim ki, son gün teşekkür etmek için yanına gittim. Umarım, hissettiklerimi ona geçirebilmişimdir. O benim için çok değerli bir kimse artık.

İlk günkü sağanak yağış durmak bilmedi. Ortak alanda vegan büfeden yemeklerimizi yedik, sobanın etrafında oturup çaylarımızı içtik, sonra birer ikişer evlere dağılmaya başladık ki, bir grup arkadaşımız gidip geri geldi. Yağmurdan dere taşmış, kampa girerken kullandığımız ahşap köprü sular altında kalmış, evlerine gidemiyorlar. Beni aldı bir telaş. Başladım kurmaya, ya yağmur durmazsa, kampın tek girişi bu ahşap köprü, arkamız ağaçlık bir tepe, önümüz deniz. Sular yükselirse ne yaparız, nasıl çıkarız. Çocuk ta var.

Evimize gittik, Hafizabla ve kız yatıp uyudular. İnci inziva süresince kafasını yastığa kor komaz uyudu. Çünkü deli gibi koşturup eğlendi. Her neyse, beni uyku tutmadı. Senaryolar yazıyorum, sel basacak ya, çocuğu nasıl kurtaracağım, onu kuruyorum kafamda. Antalya’da yaşayan bir arkadaşım var, onu arasam, kurtarma ekibi gönderseler, ya da puseti içine koyduğumuz koca naylonu başımıza geçirip dağa mı kaçsak?.. Ara ara yataktan kalkıp camdan bakıyorum, hala deli gibi yağıyor mübarek. Ben böyle yağmur görmedim arkadaş. İki saniye dur, soluklan, yok!..  Neyse ki, sabaha karşı saat birde, nihayet, yağmur durdu ve ben uyudum. Sonraki gün çok daha makul bir yağış vardı. Son iki günde de günlük güneşlik, muhteşem bahar havası.

Günlük programım şöyleydi, sabah 6 kalkış, duş, ortak alanda bitki çayı, birkaç fındık. Bu arada, sabah uyandığımız andan itibaren öğlen bire kadar konuşmak, göz göze gelmek, selamlaşmak yasak! Bu sessizlikten çok hoşlandım. Bu inziva ile birlikte bir şeyden emin oldum, ben kalabalık sınıf ortamında rahat olamıyorum. Hep omuzlarımda bir gerginlik oluyor. O insanların hepsi ile ayrı ayrı çok yakın olsam bile, hepsini bir arada gördüğümde gergin oluyorum. Neden, bilmem. O sebeple, bu sessizlik, bu mola, bu içe dönme bana çok iyi geldi. Oh! Kafeteryaya giriyorum, herkesi tanıyorum ama kimseye selam vermeme, kimse ile göz göze gelerek gülümsememe gerek yok. Ne muhteşem bir duygu!

Bu arada, bir şeyden daha emin oldum. Ben, kadınların yanında daha rahatım. Kadınlarla daha rahat iletişim kurabiliyorum. Erkeklerle hep bir mesafeyi muhafaza ediyorum. Bunda babamın kendimi bildim bileli söylediği, “Evladım erkeklere asla güven olmaz, erkekler kadınları kullanır, her erkek aynıdır…” ve bunun gibi söylemlerinin etkisi olabilir mi, bilemiyorum. Bu söylediklerinin doğru olmadığını biliyorum ama işte, durum budur. (Hahaha, bak şimdi aklıma geldi, babam böyle söyleyip durduğu için bir gün karşısına çıkıp şöyle demiştim: “babacım haklısın, ben de aynen senin gibi düşünüyorum, ama korkmana gerek yok, ben zaten lezbiyenim.” Adamcağızın yüzündeki ifadeyi unutamam, hemen başladı, “Evladım, erkekler çok iyidir, evlilik harika bir şeydir…” hahaha, ben de az değilim yani)

Neyse, kamp koşullarındaydık, ilk akşamdan telefonların sim kartlarını topladılar. Telefon yasak, kitap okumak yasak, gazete okumak, laptopla uğraşmak, internete girmek, fotoğraf çekmek, yasak, yasak, yasak! Sabah 7’den 9’a kadar Dome’da David ile meditasyon. 9’dan 10’a kadar meyve molası, konuşmak hala yasak, meyveden başka yiyecek de yok. 10’da Zeynep ile buluşma. 13:00’a kadar beraberiz. Bunun iki saati self-practice yoga. Herkes kendi pratiğini yapıyor. 13-16 arası öğle molası. Öğlenleri ve akşamları, muhteşem bir vegan büfemiz vardı. Vegan beslenmenin bu kadar doyurucu, tatmin edici, leziz olabileceğini tahmin etmezdim. Vegan yani, her türlü et, süt, süt ürünleri, yumurta, ekmek, makarna, pilav YOK! Ne var, bitki çayları, meyveler, fındık fıstık, her türlü sebze yemeği, salatalar ve kabuklu, esmer pirinç gibi bir malzemeden pilav. Kamp süresince kahve içmedim, siyah çayı da çok sınırlı tükettim, ama bol bol bitki çayı içtim. Bitki çayı içmenin bir faydası şu oldu benim için, siyah çay ile özdeşleştirdiğim hamur işlerini hiç aramadım. Siyah çay içerken aklıma bile gelmeyen meyvelerden bol bol yedim. Bu beslenme tarzı bana kendimi zinde ve hafif hissettirdi ama uzun vadede ne gibi etkileri olur, bilemem.

Ancak, yine de şimdi vegan bir beslenme tarzı uygulamayı düşünmüyorum. Günde bir dilim ekmek, yumurta yerim. Zaten süt hiç tüketmem, yoğurt çok kısıtlı, peynir de öyle. Onları tümden kesmeme değmez. Et de yemem pek. Tavuk hiç tüketmiyorum. Balık da az, çok az. Ancak, ara ara canım bu saydıklarımdan birini ister, o vakit yerim, öyle olması gerektiğine inanıyorum. Kendimi her hangi bir şeyden yoksun bırakmak bana iyi gelmiyor. Her şeyden azar azar yemek benim için daha uygun. Sizi bilmem.

Programa devam edelim. 16’dan 19:30’a kadar yine Zeynep ile birlikteydik. 19:30’da akşam yemeği ve soba etrafında çay sohbetleri. En geç 21-22 gibi de yattık.

Çok iyi geldi bana. İnci’ye de öyle. İnci çok mutluydu. Herkese laf yetiştirdi, koştu, oynadı, çiçek topladı, dereye taş attı, ördekleri besledi, kedileri sevdi, insanlarla sohbet etti… Onu bir apartman dairesine hapis ettiğim için çok üzülüyorum. Doğada, doğa ile iç içe yaşayan bir çocuk meğer ne kadar mutlu oluyormuş. İnanır mısınız, dönmek istemedi. “Kızım dönelim mi artık İstanbul’a, evimizi özledin mi?” diyorum, “Aa!.. No!” diyor. Hahaha, sanırım, Zeynep Hoca’nın çocukları Kali (2 yaşında minnak bir kız) ve Arjuna (5 yaşında yakışıklı bir delikanlı)’dan öğrenmiş. Herşeye “Aa!.. No!..” diyor.

Bence inzivaya bu kadar yağışla başlamış olmak iyi oldu. Hayatımda ilk kez kendimi tümüyle doğaya teslim hissettim. İstanbul’da korunaklı, sıcak evimde değil de doğanın kucağında olmak, bu kadar çaresiz kalmak, hava koşullarından bu kadar etkilenerek yaşamak değişik bir histi. Çetindi, ama bir o kadar da heyecan verici ve güzeldi.

Gelelim, bütün bu altı ay boyunca beni en derinden yakalayan bilgilere, kavramlara, farkındalıklarıma:

1-  Aksiyel Ekstansiyon! Tüm pozlarda omurganın iki yönlü uzatılması. Özellikle arkaya eğilmelerde çok gerekli. Benim bedenim için ise çok gerekliden de öte, ŞART! Sırf bunu öğrenmek bile benim için MUAZZAMdı.

2- Paul Grilley’nin “Anatomy for Yoga” videosu. Kemik kemiğe kompresyon nedir, gördük. Her beden nasıl da farklı, öğrendik. Bedeni poza uyarlamaya çalışmaktansa pozu bedene uyarlamak gerektiğini, bazı bedenlerin ömür boyu yoga yapsa da kemik yapıları müsaade etmediği için bazı pozları yaparken “ideal formda” görünemeyeceğini öğrendik. Bu bağlamda, ellerle yönlendirme yaparken öğrencinin yaptığı pozu derinleştirmeye yönelik bir yönlendirmede bulunacaksan oturup iki kere düşünmen gerekir. Ben şahsen, hele de şu aşamada, asla böyle bir yönlendirmede bulunmam. Bana da bu tarz yönlendirme yapılmasından hiç haz etmiyorum. Bu sebeple, sadece bir dersine girerek bir daha da yamacına uğramadığım bir dolu hoca var.

3- Bhagavat Gita’dan bölüm 5/15:

Yaşamla ilgili en çok sorguladığım şey hep, evrenin adaletsizliği idi. Neden, Orta Doğu’da bir bebek katledilirken, dünyanın başka bir bölgesinde bir diğer bebek pamuklar içinde büyüyor? Allah/Tanrı birdir, kavramını hep Allah’a/Yaratıcıya ortak koşmamak gerektiği olarak algılamıştım. Sonraları “Allah sana şah damarından bile yakındır, Allah sonsuzdur, yani başı sonu yoktur, O her şeyi kapsar” kavramlarını öğrendim. Şu durumda, ben de Allah’tan ayrı değildim yani, ben de O’ydum. Bunu içselleştirdiğimi sanmakla beraber, adalet/adaletsizlik hala çözülememişti kafamda, yine de neden bir canlı rahat bir yaşam sürerken diğeri acılar içinde, algılayamıyordum. İşte tam da bu noktada Bhagavat Gita’dan alıntıladığım aşağıdaki madde bana muazzam yardımcı oldu:

Bölüm 5-15 de beni derinden etkiliyor. Olan biten her şey Tanrı’nın iradesinin bir tezahürü. Yani, ortada işlenmiş bir cinayet var ise, katil de Tanrı, maktul de Tanrı, cinayeti işleten de Tanrı, sonucunda hapis yatacak olan ya da mezara konulacak olan da Tanrı. Bu anlayış ile bakıldığında dünya gayet adil bir yer. Çünkü her şey aynı anda oluyor, bitiyor, ‘aynı anda herkes ve her şey olan Tanrı’, yine aynı anda, her şeyi deneyimliyor. Tüm olan biten, Tanrı’nın iradesinin tezahürü. Bir örümcek nasıl ki ağını yaratır ve onunla oynar, Tanrı da Evren’i yarattı, onunla oynuyor.

4- Hayatta bana en çok ızdırap yaşatan şeylerden biri de, dışardan dayatmalar sonucu, özde “kalem” iken “masa” olmaya çabalamamdı. “Masa” olabilmek için tüm enerjimi ortaya koysam da bir türlü olamadığım için kendimi yargılıyordum. Bhagavat Gita’nın aşağıdaki bölümü bu bağlamda beni etkiledi:

Bölüm 3-33/34 de yine etkileyici: “Tüm canlılar doğal yönelimlerini izlerler. Aksi, ızdırap demektir.”

Yoga Sutralar’da da Patanjali’nin önerdiği bakış açısı böyle… Kendimi sürekli ahlaki normlara ya da ailemin, toplumun, bizzat kendimin Tuğçe’den beklentilerine göre yargılamak yerine, artık tüm bu ahlak kurallarını veya Yoga Sutralarda bahsi geçenleri birer mercek gibi kullanabilir ve araştırmacı bir yaklaşım geliştirebilirim.

“Eylemlerini, seçimlerini yargılama, sadece bir şahit gibi gözlemle.” Bu benim için muazzam bir aydınlanma. Artık -meli/malı’larımı sorguluyorum, mümkünse zihnimde dönen o türkünün sesini kısıyor ve sadece eylemlerime/seçimlerime uzaktan bir şahit gibi, yargılamamayı kendime hatırlatarak bakıyorum. Artık “bencilim, rahatıma düşkünüm, kurumsal hayatı istemiyorum, para biriktiremiyorum, derli toplu değilim, planlı programlı değilim, herkes beni sevsin istiyorum” vb. bir dolu sebep ile kendimi yargılamaktan vazgeçtim. Ama her eylemimin, seçimimin farkındayım. “Tuğçe,” diyorum, “bak şurada bencil davrandın, şimdi söz verdin ve tutmadın, şimdi dedikodu yaptın,” diyorum. Yargılamıyorum, kendime kahretmiyorum da, sadece fark ediyorum, gözlemliyorum. Ama yine de içimde, gelecek sefer daha iyisini yapmaya yönelik araştırmacı bir yaklaşım mevcut. Ancak bu beni yoran, üzen bir durum değil. Aksine, bu durum beni çok eğlendiriyor. Gerçekten bir sinema izler gibi kendi hayatımı izliyorum.

5- Yogaya 5 element merceğinden bakmak;

* Hisleri takip ederek poz bedene uyumlanmalı, beden poza değil – TOPRAK ELEMENTİ

* Nefes hareketi desteklemeli, Nefes ile hareket edilmeli – SU ELEMENTİ

* Gevşek merkez ile kök salmak, uzamak ve genişlemek araştırılmalı (Bandhalar) – ATEŞ ELEMENTİ

* Nefes tutulmamalı, itip çekilmemeli – HAVA ELEMENTİ

* Gözler tek bir noktaya odaklanılarak yerleşilmeli, pozlar arasında akarken, geçişler esnasında da gözlerde hep DRİŞTİ aranmalı ki Yoga Pratiğimiz bir jimnastik çalışmasının ötesine geçebilsin, aynı zamanda bizi meditatif alana davet etsin – ETER ELEMENTİ

6- Advayta Yoga’da (Zeynep Aksoy ve David Cornwell’in takip ettiği ve öğrettiği Yoga Ekolü) Yoga’nın “DİN” konteksti ile değil “SOMATİK TERAPİ” konteksti ile sunuluyor olması.

7- Zeynep Hoca şuna benzer bir söz etmişti: takip ettiğin bir guru olmasına gerek yok, sen kendi kendinin gurusu ol. Eğer yoga hocanın aydınlanmış bir kimse, bir bilge, her şeyi aşmış kişi olmasını bekliyorsan, hayal kırıklığı yaşayacaksın. Herkes aynı yolu yürüyor, yoga hocaları da seninle aynı yolda yolcu, kimi senden önde, kimi geride olabilir. Ama bir hoca yine de öğrencisine ışık tutar, kendi mükemmel olmasa dahi öğrencisinin ilerlemesi için ona gerekli araçları sunabilir.

8- Yin ve Yang yönlendirmeler ile yoga yaptırıyoruz.

Yang yönlendirmeleri güven oluşturur, Yin yönlendirmeleri ise öğrencilere kendileri olmaları için alan sağlar. Yang yönlendirmeleri bedenin hizalanmasına yönelik komutları içermelidir, poza özel emirler ve genel emirler. Yoksa kişinin nasıl hissetmesi gerektiğine dair yönlendirmeleri içermemelidir: örneğin, şevkat ile dolun, sevgi ile dolun, gülümseyin, mutlu olun gibi yönlendirmeler kişinin gerçek hislerini bastırmasına sebep olarak şifalanmasına ket vurur. Zira, olanı değiştirmeye çalışmadan görmek, izlemek, her şeye ‘evet’ diyebilmek, hiç bir şeyi dışlamadan kendimiz olabilmek, içimizde alan yaratarak bastırılmış olanın su yüzüne çıkarılmasına destek verir ve yüzeye çıkan da şifalanır. Bastırılan güdüler, hisler şifanın tam tersi, travma yaratır. Yin Yoga Uygulaması’nda zihin özgür ve nefes özgürdür. Yang uygulamada ise zihin bir niyete odaklıdır, göğsü açmak, bandhaları harekete geçirmek vs için.

Yin diline örnek: Belirli bir duyum arayışı içinde olmadan bedendeki değişen hislerin farkına varın.

Yang diline örnek: İkinci savaşçıda öndeki ayağınızın topuğu ile arkadaki ayağınızın iç kavisini aynı hat üzerinde hizalayın.

Dahası var, ama şu anda burada kesmek zorundayım. Arkası Yarın 🙂

Günlük kategorisine gönderildi | 3 yorum

4 Mart 2014 – Yine Yeniden Çalışma Hayatındayım

Ve Zeynep Aksoy ile Eylül 2013’ten beri yürüdüğümüz yolun sonuna geldik. Yarın sabah erkenden, kızım ve yardımcımızla birlikte yağmurlu Antalya’ya, (www.sundance.com) inzivaya uçuyoruz.

Döner dönmez, Başlangıç Seviye Temel Yoga Eğitmeni olarak iş aramaya başlıyorum. Kızımın doğumu ve süt iznimin bitiminden itibaren, beni maddi manevi destekleyen eşime müteşekkirim. O olmasaydı, bu yaştan sonra, hele de büyüyen çekirdek ailemizin sorumluluğu varken, yeni bir yola sıfırdan başlamaya cesaret edemeyebilirdim.

Dostlar, yine yeniden çalışma hayatındayım, bana tutku ve heyecan veren, çok keyif aldığım yeni mesleğimle 😉

Bana şans dileyin…

Günlük kategorisine gönderildi | , , , , ile etiketlendi | 2 yorum

23 Aralik 2013 Pazartesi – Sorgulamalar

Yogadan mıdır, yoksa gökyüzündeki gezegenlerin konumundan mı bilmem, şu sıralar, didik didik kendimi sorgulamaktayım. Ve kendimle ilgili, minik minik bir dolu şey fark ediyorum. İtiraf etmeliyim ki, bir kısmı beni hiç de mutlu etmiyor. Hatta bazen, bu ben miyim, hakikaten bu ben miyim, diyorum.

Geçenlerde yazdığım: Tüm Çıplaklığı ile 2013-2014 Ben ve Yeni Yıl Çözümlemelerim  başlıklı yazımda da söz ettiğim mesele var ya hani, herkese yaranma, cici kız olma halim, şu sıralar beni fazlasıyla rahatsız ediyor.

Mesela ben “bencil” bir insanım. Hem daha az bencil olmak için, hem de aman, kimse bunu anlamasın, diye müthiş çaba sarf ederim. Ve bu çaba beni yorar. Ay, ya karşımdaki benim bencil olduğumu anlarsa ve beni sevmezse, diye ödüm kopar. Oysa her insan bir miktar bencildir, değil mi? Benim bencilliğimin seviyesini tam tarif edemem, çünkü göreceli, sana göre çok, ona göre az gelebilir. Bilemem yani. Ama bencilim!

Mesela ben, spontan yaşayan bir insanım, bugün bir şeye karar verip, yarın fikir değiştirebilirim. Aman, bu yönümü de açık etmeyeyim, ya beni sevmezlerse, diye gerilmekten çatlayacağım.

Ben çok konuşan, heyecanlı, tutkulu bir insanım. Bugün bir fikrini çok beğenebilir ve “ay evet mutlaka yapalım, hatta haftaya bunu yapalım,” diyebilir, ama oturup etraflıca düşününce, bunun şimdilik benim için mümkün olmadığına karar verebilirim. Ay, aman, ya benim söz verip tutamayan biri olduğumu öğrenirlerse, ya beni sevmezlerse, diye üzüm üzüm üzülürüm.

Sonra ben, unutkan bir insanım, “ya sevdiklerimin özel günlerini atlarsam, ya bana anlattıkları, onların hayatlarıyla ilgili önemli bir detayı unutursam, ya benim onlara değer vermediğimi düşünürlerse, ya beni sevmezlerse artık, ya…” derim…

Ben “hayır” demekte zorlanırım, ben birinden hoşlanmasam da kimsenin yüzüne surat asamam, yani mutlaka gülümserim, sanki biri ile göz göze gelip ona gülümsemezsem çok çok çok büyük bir ayıp etmiş olurum gibi hissederim. Ama bir taraftan da, ya benim sahte olduğumu düşünürlerse diye endişelenirim.

Ben, benden büyüklere, öğretmenlere “siz” derim, “hanım, bey” derim. Bunu aşmak istedikçe komik duruma düşerim, bir gün “siz” deyip öteki gün “sen” derim ve benden yaşça büyük birine, bir öğretmene, müdürüme vs. “sen” dersem ve ona ilk adı ile hitap edersem, sanki ona hakaret ediyormuşum gibi hissederim. Herkes “sen” der, ben “siz” derim, ama “sen” demek isterim, debelenirim.

İşte, geçen günkü yazımda da dedim, insanların yüzüne karşı söyleyemediğim kızgınlıklarımı, kırgınlıklarımı, yakınımdaki başka bir kişiye söylerim. E bu da dedikodu oluyor, değil mi? Yani, benimle ilgili olmayan, özel bir problemlerini, anlattıkları özel bir şeyi söylemem. Beni kızdıran, sinirlendiren bir davranışları olursa, bunu yüzlerine söyleyemem ve o kızgınlık, kırgınlık boğazıma düğümlenir, rahatlayabilmem için bu kızgınlığı başka birisine akıtmam gerekir, ona anlatırım. Anneme göre bu dedikodu değilmiş, rahatlayabilmek için insan bunu yapabilirmiş. Ha bir de anneme göre bunları burada yaza yaza hiç arkadaşım kalmayacakmış :p

Kısacası, benim için herkesin beni sevmesi, onaylaması hala çok önemli. Bu mevzu beni çok yorduğundan, nedenini sorguluyorum. İlerde kızımın da bu konuda sıkıntı yaşamasını istemem. Mesela Osman çok net biri. Aman beni sevsinler, diye bir derdi yok. Umurunda bile değil. Seven sever, sevmeyen gider. Hiç dert değil yani onun için. Ben niye böyleyim?

Sorguluyorum. Ben hep, aferin kızıma, diye büyütüldüm. Annem ve babamdan o aferini duymak o kadar önemliydi ki, bütün okul hayatım boyunca hep o aferin için çalıştım. Ama bir kırılım yaşadım ve üniversiteyi bitirdikten sonra, annem ve babam için değil, kendim için yaşamaya başladım. Ama, demek öyle bir derinlere işlemiş ki onaylanma ihtiyacı, hala beni tırtıklıyor.

Hani yaşam koçları sorular sorar ya:

– Onaylanmazsan ne olur? Beni sevmezler.

– Seni sevmezlerse ne olur? Yalnız kalırım.

– Yalnız kalırsan ne olur? Bilmem, ne olur?..

Mesela biri benim için, Tuğçe mi, ay o çok bencildir, söz verip tutmaz, yüzüne güler ama arkandan konuşur, dese???

Ayyy, çok canım sıkıldı yahu, demesinler öyle.

– Niye? Desinler, n’olur?

Ama ben iyi bir kızım. Aynı zamanda da iyi biriyim.

– Kız mı? Koca kadınsın ayol, küçül de cebime gir.

Koca kadın mıyım? Gerçekten mi? Kendimden koca kadın diye söz etmek o kadar garip geliyor ki, anlatamam.

– Alışsan iyi olur, 2014’te 36. yaşını dolduruyorsun ve 37’den gün almaya başlıyorsun.

Haddi be, ohaaa…

Tamam, o halde ben biraz bencil, ara ara kızgın, bazen sahte, unutkan ve arada da sözünde durmayan koca bir kadınım. Evet, evet, yaşasın, ben buyum…

 

 

Günlük kategorisine gönderildi | 1 yorum

12 Aralık 2013 – Perşembe – Yogacı Nedir?

Şarkı söyleyerek para kazanan insanların dünyasında şöyle bir geyik döner durur: şarkıcı mısın, sanatçı mısın, şarkıcı mıyım, sanatçı mıyım… Şarkı söyleyerek para kazanan insanlardan, habire, bu soruya yanıt vermeleri istenir. “Sanatçıyım” dese saldıracaklar, “Sanatçı şöyle olur böyle olur, senden de sanatçı mı olur”. En son baktım, hepsi direk “Şarkıcıyım” diyor. Oh, en azından kafaları rahat.

Yoga camiasında da durum biraz böyle sanki. Yoga eğitimi vererek para kazanan insanlara ‘Yoga Hocası’ mı diyeceğiz? E, o zaman senelerini bu işe vermiş deneyimli hocalara ayıp olmuyor mu?

En iyisi ben kendime ‘Yogacı’ diyeyim, kurtulayım. ‘Yogacı’, yani yoga yapan kimse! Yoga yaparken, bir yandan da öğrendiklerini öğreten kimse.

 

Günlük kategorisine gönderildi | 12 Aralık 2013 – Perşembe – Yogacı Nedir? için yorumlar kapalı

Tüm Çıplaklığı ile 2013 – 2014, BEN ve Yeni Yıl Çözümlemelerim

2013’e girerken yazmış olduğum, “Yeni Yılda Yapılacaklar” yazıma göz attım. Özetle şöyle demişim:

1- Dedikoyu bırak!

2- Daima şık ol!

3- Yoga ile dopdolu bir yıl geçir!

4- Gündemi takip et!

Önce, ne kadar yol kat ettim, onu görelim…

Dedikodu konusunda SIFIR! yol kat edildi, maalesef, her gün mutlaka birilerinin arkasından konuşurken yakalıyorum kendimi. Rezalet! Daha da kötüsü, çoğunu gidip yüzlerine söylemem, söyleyemem. Çünkü, insanların iyi tarafında kalmak, şirin kız, iyi kız olmak gibi de bir halim var. Zaten bu ikisi, yani dedikodu yapma ihtiyacı ve iyi kız olma hali birlikte çalışıyor. Yani, iyi kız olmak uğruna kendimi net olarak ortaya koyamıyorum (çatışmaktan ve kabul görmemekten korkuyorum), o nedenle içimde sıkışıp kalan enerjiyi boşaltabilmek için de dedikodu yapıyorum. (Yani, dedikoduyu kötü olduğum için değil, çok iyi olduğumdan yapıyorum. Bak ya, ne kadar ikircikli, değil mi, dürüst olurken dahi, alttan alttan size, ben aslında bunları iyilikten yapıyorum, mesajı veriyorum, hahaha…) Ama, aslında bu kendi adıma çok başarılı bir tespit. Dedikodu ihtiyacım, aslında iyi kız olma, başkalarına kendimi kabul ettirme, onaylanma ihtiyacımdan kaynaklanıyor. Yani, kendim olmayı başarabilirsem, kendime sadık kalabilirsem, hissettiklerimi, düşündüklerimi dürüstçe, net olarak karşımdakinin yüzüne söyleyebileceğim ve arkalarından konuşmama da gerek kalmayacak. Çünkü, insanların özel meselelerini başka insanlara anlatmıyorum ben, sadece beni kızdıran, üzen bir davranışları olduğunda, bunu yüzlerine söylemek yerine yakınımdakilere anlatıyorum. Yani, kötünün iyisi işte.

Şu durumda 2014’te yapılacaklar listemin ilk iki maddesi belli oldu:

* İyi kız olmayı bırak!

* Dedikoduyu bırak!

Ah ah, bunlar keşke böyle burada yazmak kadar kolay uygulanabilse, hayat ne güzel olurdu, değil mi?

Aslında bu ‘iyi kız olma’ halimi bir süredir sorguluyordum. Bu durum beni, uzunca bir süredir rahatsız ediyordu. Bu konu bir de, ‘Hamile Yogası Eğitmenlik Eğitimi’nde (verilen okumalardan birinde) KÜT! diye karşıma çıkınca, ‘dur’ dedim, bunun üzerinde çalışayım ben artık. Zira, ya iyi bir kız çocuğu olarak kalacağım, ya da güçlü, ergin, dişi, gerçek bir kadın olacağım.

Evet, 2013’ü değerlendiriyorduk, devam edelim… Gelelim ‘Her daim şık ol’ maddesine. Tahmin edin, kaç aldım, SIFIR! evet, bu maddeden de çakozladım. Hatta şu anda bunları yazarken, ‘ŞIK’ her ne ise, ben onun tam zıddıyım yani, bu kadar olur! Ok, şu durumda bunu derinlemesine sorgulamaya lüzum görmüyorum, bu maddeyi direk 2014 listeme ekliyorum:

*  Her daim şık ol!

2013 Listesinin 3’üncü maddesi şöyle diyor: Yoga ile dopdolu bir yıl geçir. Tahmin edin bu maddeden kaç aldım: SIFIR mı dediniz??? Hahaha YANLIŞ! bu sene hiç de fena değildim bu konuda. Geçen sene, kızım üç-dört aylıktı sanırım, düzenli yoga yapmaya başlamıştım, hemen hemen kesintisiz (boynum nedeniyle 2 ay ara verdim) devam ediyorum. Ayrıca bu yıl,  Zeynep Aksoy’dan “Temel Yoga Hocalık Eğitimi”ne başladım, tam gaz devam ediyorum. Son üç buluşma ve inziva kaldı. Yani, kadın kült olmuş zaten, diyecek söz yok. Saygı ile önünde eğilirim, o kadar. Tam isabet bir seçim yapmışım, yaşasın! Her gün kendi pratiğimi yapıyorum (hasta değilsem) ve meditasyon için de aktif çaba halindeyim. Cihangir Yoga derslerine mümkün olduğunca katılmaya çalışıyorum, asistanlık yapıyorum. Ama en güzeli ve bence en öğretici olanı, yoga yapmak isteyen bir grup arkadaşıma haftada iki gün ders veriyorum. Elbette para karşılığı değil, zira henüz sertifikamı bile almadım. Neyi beğendiler, ne daha iyi olabilirdi, sürekli konuşuyoruz, sağ olsunlar bana müthiş bir katkıları oluyor.

Artı, Şaylan Yılmaz ile “Hamile Yogası” eğitimine başladım. İlk buluşmamız gerçekleşti, bu hafta sonu da ikinci buluşma gerçekleşecek. Harikaydı ilk hafta sonu, çok çok güzeldi. Şaylan Hoca’yı da hislerime dayanarak seçmiştim. Yaşasın, artık aklıma değil, sezgilerime dayanarak kararlar verebiliyorum ve her seferinde TAM İSABET diyorum. İkinci buluşmamızı dört gözle bekliyorum.

Peki YOGA konusunda 2014’ten ne mi bekliyorum? Elbette, almakta olduğum bu iki harikulade eğitim programını başarı ile tamamlamak, öğrendiklerimi uygulama fırsatı yakalayarak içselleştirebilmek ve bu emeklerimin karşılığını manen ve madden alabilmeye başlamak. Her gün kendi pratiğimi yapabilmek, deneyimli yoga eğitmenlerinin derslerine düzenli katılarak sürekli beslenebilmek… Yani 2014 Listesi devam:

* Yogaya sadık kal! 

* Keyifle ve neşe ile kendi paranı kazan! (ki yeni eğitimler almaya devam edebileyim;)

2013 Listesinin son maddesi ise şöyleymiş: Gündem takip edilecek.  Tahmin edin bu maddeden kaç aldım? SIFIR! mı dediniz? Haaaa, yanlış yanlış… BEŞ üzerinden ON aldım, ON 🙂 matematikçiler kızacak şimdi, yüzde bin aldım, hihihi… Bu konuda sevgili ülkemin hareketli gündemi beni tuttu yakamdan yakaladı, bireysel hiç bir çabam olmadı vallahi, cebren ve hile ile gündem beni içine çekti, hatta bir ara (haziran/temmuz) tümüyle esir aldı, yuttu beni. O nedenle bu maddeyi bir süreliğine geri çekeyim diyorum. Belki de 2013’te olan her şey, “Gezi, kayıplar, ölümler…” her şey benim yüzümden oldu, benim şu “gündemi takip edeyim” çözümlemem yüzünden (psikolojide bu hale: kendini aşırı önemseme hali derler her halde). Her neyse, sonuç olarak bu maddeyi 2014 listeme koymuyorum, bakalım faydası olacak mı…

O halde toparlayalım…

2014’te YAPILACAKLAR LİSTEM:

1- İyi kız olmayı, başkalarının iyi tarafında kalma çabanı BIRAK. Kendin ol. Adam ol. Yok, Kadın ol!

2- Dedikoduyu BIRAK.

3- Her daim şık ol.

4- Yogaya sadık kal.

5- Keyifle ve neşeyle kendi paranı kazan, bolluk ve bereket enerjisi sana aksın.

6- Meditasyon çalış, iç sesine ve sezgilerine kulak ver.

7- Kendin hakkında da kötü konuşmayı bırak. (Evet, kendim hakkında da böyle kötü kötü konuşup duruyorum. Daha bir kere de ben şunu çok iyi yaparım dediğimi bilmem. Ne yemek pişirmek, ne resim yapmak, ne yazı yazmak, ne yoga, ne her hangi bir şey… şimdiye dek uğraştığım, emek verdiğim hiç bir alanda ‘ben iyiyimdir’ demedim, yuh olsun bana! Aşırı mütevazı olma hali… Aslında bunun kökeninde de ‘aman kabul göreyim, herkes beni sevsin’ duygusu yatıyor ya, onu başka bir yazıda ele alırız artık…)

8- ELBETTE, ailenin, kızının tadını çıkar, doya doya 😉 Bir çocuk daha yap, haaaa… süpriiizzz.. bunu beklemiyordunuz, değil mi? Vallahi aslında AKLIM kesinlikle “Hayır” diyor, “daha erken.” Ama, SEZGİM “Evet,” diyor. “Hadi!” Bir önceki madde gereği, sezgime kulak vermem gerekiyor, kusura bakmayın :p

Bu sene çok madde var 🙁 Çok çalışmam lazım, çok! Hepinize iyi seneler!.. Sevgiyle kalın.

Günlük kategorisine gönderildi | Tüm Çıplaklığı ile 2013 – 2014, BEN ve Yeni Yıl Çözümlemelerim için yorumlar kapalı

24 Ekim 2013 – Bu Dersi Veren Ben miyim?

Zeynep Aksoy 200 saatlik Temel Yoga Hocalık Eğitimi’nde 3’üncü hafta sonunu geride bıraktık. Kadın öyle bir sistem oturtmuş ki, inanılır gibi değil ama ikinci buluşmanın ardından, 1,5 saatlik, başlangıç seviyede temel yoga dersi verebilir hale geldim. Elbette, henüz bu işin sadece kırıntısını biliyorum, o da belki. Ama, en azından doğru kurulmuş, başarılı bir yoga dersini aynen taklit ederek, öğrencilerimi tehlikeye atmadan ve onların nefes ile akmalarına olanak sağlayarak verebiliyorum. Bu muazzam bir şey. Ve bunun gerçekleşmesini sağlayan, %100, Zeynep Aksoy’un müthiş sistemi. Çatıyı kurduk, şimdi ilmek ilmek içini dolduracağız. Üstelik, yanılmıyorsam bu Zeynep Aksoy’un SON yoga hocalık dersiymiş. Ne kadar şanslıyım ki, son grubun içinde ben de varım.

Yogaya meraklı bir grup arkadaşıma düzenli ders vermeye başladım. Henüz sadece elimdeki ders şablonunu aktarıyorum onlara. Yani, kendi başıma bir ders oluşturacak seviyede değilim. Ve o seviyeye nasıl geleceğim, hiçbir fikrim yok. Ana odaklıyım. Elimdeki dersi tekrar tekrar aynı gruba verirken, her derste yepyeni bir farkındalık kazanıyorum. Bu da olağanüstü bir tecrübe benim için.   Aslında, öğrencilerim sıfırdan başladıkları için, onlar için de aynı derste adım adım ilerlemek güzel olacak. Zira, bir süre sonra dersin akışını öğreneceklerinden zihin devreden daha rahat çıkacak ve onlar kendi pratikleri içinde nefes ile akabilecekler. Üstelik, tanıdığım bir çok hoca da sürekli olarak aynı şablon üzerinden ders veriyor. Ashtanga’da da, ustalaşana kadar aynı seri üzerinde çalışıyorsun, değil mi? Yani, sorun yok!..

İlk dersimde sadece iki kişi vardı. Sesimi kaydetmiştim. Sonradan kaydı dinlerken, bazı yerlerde ağlamak istedim. İlk dersim olduğunu gözetirsek, bence genel anlamda başarılı bir dersti ama, atladığım bir iki hareket olmuş. Konuşma dilimde de Zeynep Aksoy’un önermediği, “şimdi şöyle yapıyoruz, böyle yapıyoruz” gibi kalıplar kullanmışım. Artı, şavasana’da onları bırakıp gitmişim. Dersi noktalamamışım yani 🙂 Onları söz ile yönlendirmişim detaylı olarak, ama hiç bir dokunuş, düzeltme yok. Fakat, yine de kendi içinde başarılı sayılabilecek bir ders diyebilirim. En azından, öğrencilerim memnun kaldılar, onları incitecek bir hata yapmadım, iki yönlü uzama, drişti, nefes ile akma, yere köklenme gibi temelleri onlara aktarabildim.

İkinci dersimde tam beş öğrencim vardı. Yoga Hocalık eğitiminin üçüncü buluşmasının ardından verdim bu dersi. Üçüncü buluşmada şavasana masajı, elle yönlendirme, dokunmalar üzerine yoğunlaşmıştık. Ben de heyecanla öğrendiklerimi uygulama sevdasına düştüm, beş kişilik gruba bol bol elle yönlendirme yaparak ders vermeye kalktım. Burada kendime çok güzel notlar aldım.

Ne gibi mi:

1- Zeynep Aksoy’un sözünü ettiği şey karşıma çıktı. Herkes dokunulmayı sevmeyebiliyor. Benim grubumda da bunu dile getiren bir kişi oldu. Ona dokunacak olmam onu biraz germiş. Sonradan, yani ben dokunduktan sonra bu fikre daha sıcak bakmaya başlamış. Ama, ben kendime not alıyorum: “Tuğçe, derste yeni bir öğrenci varsa, dersten önce mutlaka sor “Ara ara size dokunabilirim. Dokunulmaktan huzursuz olan var mı?”

2- Kalabalık bir gruba ders verirken, her kişiyi elle yönlendirmek mümkün olamayabiliyor.

3- Pozları onlara hem anlatmak, hem de bizzat yaparak göstermek önemli. Özellikle de senin dersine ilk kez girenler ya da hayatında ilk kez yoga yapacaklar için seni, hocayı, görmeleri önemli.

4- İlk kez derse giren bir kişiyi, dersin başında dokunarak düzeltmek çok uygun olmayabilir. Belki kişi, “yapamıyorum, olmuyor” önyargısına düşebilir. Yani belki de ilk derste kişinin kendi bedeni ile iletişim kurabilmesine alan yaratmak için bir miktar geri durulmalı. Bilemiyorum. Bu sadece bir his. Kendisini incitecek bir hata yapmadığı sürece bir miktar hata yapmasına izin verilebilir belki. Ya da, bir iki kritik hatayı düzelterek, bazı hatalara şimdilik göz yumulabilir… mi? Bakacağız artık…

5- Dersin en başında, sınıfı yerleştirirken, ellerini kollarını rahat hareket ettirebilecekleri şekilde yerleştirmek önemli. İkinci dersimde, yerleşmedeki küçük bir hata yüzünden bir iki hareketi modifiye etmem gerekti. Onların akışını bozarak matları çekelemek istemedim.

6- Background müzik bence çok hoş bir etki sağlıyor. Ben kendi pratiğimde de arka alanda hoş bir tını olduğunda çok daha fazla zevk alıyorum dersten. Aslında kişiyi şımartacak her türlü uygulamaya “evet” diyorum. Hoş bir müzik, hoş bir koku, şavasana masajı, kişilerin prop’larını onlar için hazır etmek, şavasana’da onların üzerini örtmek… Yani, akla ne gelirse. Hatta gerekirse ayak masajı, baş masajı… Hepsine “evet” diyorum. Kendi derslerimde uygulayacağım. Kişi benim dersimden pamuk gibi çıkmalı. Sevgi ve şevkat ihtiyacı dahi bir nebze olsun giderilmiş olmalı.

7- Kesin ve net bir tondan konuşarak, net yönlendirmeler yapmak çok önemli. “Dur bakayım, şöyle mi yapsak” gibi sesli düşünmek, o bir anlık gaflet, sınıfta kaos ortamı yaratabiliyor. Bir de bakıyorsun her kafadan bir ses çıkıyor. Hahaha evet, itiraf ediyorum, bu da başıma geldi. Ama, hızlı toparladım 😉

8- Şimdi sözünü edeceğim konu çok göreceli. Bu konuda farklı görüşler var. Bazı hocalar dersten önce öğrencilere minik bir konuşma yapıyorlar. Yoga felsefesi ile ilgili. Ya da kendi yoga yolculukları ile ilgili. Ben bunu yapmamayı ve mata oturan öğrenciyi hemen pozlar arasında akmaya davet etmeyi tercih ediyorum. En azından şimdilik. Yani, bu öyle bir şey ki, ya söylediklerin cuk oturur yerine, öğrencilerini derinden etkilersin, ya da son derece sakil bir biçimde havada asılı kalır lafların. Hatta, “ben oldum, bakın nasıl oldum” tonundan gelebilir kulağa, ki hiç istemediğim bir şey bu. Bu maddeyi ileride bir gün yeniden masaya yatırabilirim. Hakikaten bu yolda güzel bir ilerleme kat ettikten sonra bambaşka hissedebilirim bu konuyla ilgili, belli olmaz.

Şimdilik kendime aldığım notlar böyle… Her birini bizzat kendi hatalarımdan, ya da gözlemlerimden öğrendim. Düzenli ders verebiliyor olmak benim için harikulade bir öğretmen.

Az önce de üçüncü dersimi verdim. İki kişiye. Kendimden en memnun olduğum ders bu oldu. Öğrencilerim de oldukça memnun görünüyorlardı hallerinden, mutlu oldum.

Bu kadar keyif aldığım ve bana bu kadar iyi gelen bir öğretiyi insanlara aktaracak olmak inanılmaz bir şevk ve heyecanla dolduruyor içimi. O kadar çok eğitimde gözüm var ki, zamana yayarak, sindire sindire, her sene en az bir eğitim almayı gönülden arzu ediyorum.

Derinlerde bir yerde hissediyorum, ileride bir gün çok iyi bir yoga hocası olacağım. Yine yeniden topluma faydalı, üreten ve ayakları üzerinde duran bir birey olmak çok güzel bir duygu…

Namaste!

Günlük kategorisine gönderildi | 24 Ekim 2013 – Bu Dersi Veren Ben miyim? için yorumlar kapalı

27 Eylül 2013 – Yoga Hocalık Eğitimi ve Sahaj Marg

Cihangir Yoga Zeynep Aksoy 200 Saatlik Temel Yoga Hocalık Eğitimi’m 14 Eylül Cumartesi günü başladı. O hafta sonu, aşağı yukarı 45 kişilik bir sınıfta, sabah saat 9’dan akşam 7’ye kadar birlikteydik. Hani çok beklenti ile yaklaşılan şeyler hayal kırıklığı yaratır ya insanda, bu kez öyle olmadı. Yüksek bir beklenti ile başlamıştım derslere, ilk hafta sonu beklentimin karşılığını fazlasıyla aldım. Aklımda birtakım soru işaretleri vardı, onları da giderdim. Pazar akşamı, doğru yerdeyim, hissiyle ayrıldım dersten.

Beni en çok etkileyen şey, Zeynep Aksoy’un Yoga Metodu’nun Özü olarak anlattığı şu beş madde oldu:

1-      Hisleri takip et ve pozu bedene uyarla, bedeni poza değil. – TOPRAK

2-      Nefes hareketi desteklesin, nefesle hareket et. – SU

3-      Gevşek merkezle kök sal, uza, genişle ve bu dinamikleri sürekli araştır (Bandhalar) – ATEŞ

4-      Nefesi tutma, itip çekme, özgür bırak (Ujjai) – HAVA

5-      Gözleri tek noktaya odaklayarak yerleş (Drişti) – ETER

Z.A diyor ki: son zamanlarda her şey o kadar hiza hakkında ki, gözü odaklamak ya da akış atlanıyor.

Yani, aslında Z.A. öğrencinin çok fazla detay ile boğulmasına, gerekli gereksiz birçok bilginin aynı anda öğrenciye verilmesi suretiyle yoganın komplike gösterilmesine, öğrencinin akıştan koparılmasına ve kendi bedenine kulak vermesinin engellenmesine KARŞI!

Güzel, değil mi? Zira, benim kendi pratiklerimde de en zevk aldığım şey, nefesle akıyor olmak. Poza yerleşmek, pozda hizalanmak ya da herhangi başka bir sebeple akış durdurulduğunda o dersten bedenen keyif alamıyorum. Bu ben tabii, başka kişiler farklı hissedebilir. Bu arada, akış denilince akla Vinyasa geliyor, ama Hatha Yoga’da da belli bir akış var bence ve çok fazla sekteye uğradı mı, bir de bakıyorum ki nefesimi itip çekmeye, hatta tutmaya kalkmışım.

İki derse girip yoga gurusu olarak ahkam kesiyorum sanmayın. Bunlar tamamıyla benim (sübjektif) yorumlarım. Kendi pratiğimde, kendi bedenimde hissettiklerimle ilgili.

İlk hafta sonumuzun ardından bir dolu okunacak kitap ve uygulanacak pratik ödev ile evlere dağıldık.

Ödevlerimiz şöyle: Her gün 20 dakika meditasyon, 300 Kapalabatti ve 10 vakümlü udiyanabandha. Ve son olarak, bir kişiye 30 dakikalık yoga dersi vermem gerekiyor. Bir de okumalarımız var elbette.

Yarın ikinci buluşmamıza gidiyorum ve ödevlerimin tümünü yapmış olmanın gururunu taşıyorum içimde 🙂

Biraz önce bir kişiye 30 dakika yoga yaptırarak en esaslı ödevimi de tamamlamış oldum. Kişi annem, hehe… Zavallı kobayım benim. Ama dersin sonunda mata yatarak 30 dakika kestirdi. O kadar da zavallı değil yani. Mekan ev olunca gong mong çalmadım. Bıraktım uyusun.

Bizim 30 dakikalık ders rahat bir oturma pozunda kapalabatti ve sonrasında minik bir meditasyonla başladı. Ardından küçük ulolalarla öğrencimi ısıttım ve aya selam serisindeki hareketleri parçalara bölerek ufak tekrarlarla kendisine yaptırdım. Sonra tüm parçaları birleştirdik, nefesle akarak, bir kaç aya selam yaptık. Ardından ceset pozunda bacak kol kaldırma, yine nefesle bir kaç tekrar. Ve bacakları karnına çekerek iki yana bırakmak suretiyle omurga burgusu veee ceset pozunda dinlenmece. Kendisinin üzerini de örttüm, hoş kokulu bir kolonya ile (elimde uygun esanslı yağ yoktu 🙂 ensesine dokundum ve onu son dinlenmeye davet ettim. A bir baktım uyudu gitti.

Sonra geribildirim istedim. Ayak parmaklarını takarak oturma pozunda rahatsız olmuştu, bilekleri altına bir battaniyeyi rulo yaparak koymama rağmen canı yandı ve onu çok kısa süreli yaptık. Ama, illa pozu yaptıracağım diye ısrarlı olunmamalı herhalde. Onu kenara not ediyorum!

Acaba hareketleri önce bana göstersen sonra mı yaptırsan, dedi. O vakit de akıştan kopacaktık. Ben hareketi hem kendim yaptım, hem de anlattım. Zira sadece anlatmaya kalktığımda kafası karışacaktı, sadece göstersem bu sefer de beni görebilmek için boynunu incitecekti. Ama şunu kenara not ettim, pozları daha basit ve net anlatabilir olmalıyım. Bir de, aya selamlarda kendim de hareketi yapmazsam kafam karışabiliyor. Bunlar deneyimle aşılacak herhalde. Çocuk pozunda ve aşağı bakan köpekte el ile müdahele ettim. Ellerin, ayakların yere köklenmesinden, boynun omurganın doğal uzantısı halinde tutulmasından, omuzların yuvalarında kulaklardan uzak tutulmasından söz ettim. Bunlar dışında nefes ile harekete başlayarak, nefes ile akması gerektiğini vurguladım.

İlk ders böylece bitti. Kesinlikle kolay bir iş değil, ama derse başladım, kontrollü olarak bitirdim. Planladıklarımın tümünü yaptırdım ve kobayım genel olarak dersten mutlu ayrıldı. E ilk ders için iyidir yahu 🙂 Ne dersiniz?

Şimdi konuyu biraz değiştiriyorum…

Geçenlerde enteresan bir şey daha oldu. Geçtiğimiz hafta cuma günü kardeşim beni aradı. Hızlı hızlı ve heyecanlı bir biçimde, arkadaşının ona önerdiği, evlerinde gönüllü olarak meditasyon yaptıran yabancı bir karı-kocadan söz etti. “N’olur gidelim, sen de gel, hem yerleri Cihangir Yoga’nın hemen arkasındaymış, n’olur, n’olur,” dedi. Aslında, bu kadar yalvarmasa da evet derdim ama, yalvardı daha iyi oldu, biraz nazlanarak evet dedim 🙂

Kadınla irtibat kurduk, randevu ve adres aldık, ertesi pazartesi, annem, kardeşim, eniştem ve ben evlerine gittik. Kapıyı incecik, uzun boylu, kocaman gözleri ve güler yüzü olan Hintli bir kadın açtı. Hemen bizim ardımızdan kadıncağızın eşi de geldi. O da ince, minyon, yine dingin ve içten bir gülümsemesi olan Fransız bir Bey. Cihangir Yoga’nın arkasındaki yokuşun tepesinde bir binanın teras dubleksinde oturuyorlar. Evde neredeyse hiç eşya yok. Camlar sonuna dek açık. Muhteşem bir manzara. Öyle böyle değil ama, gerçekten muazzam bir İstanbul manzarası. Zaten o yarımada boğazı bir baştan öbür başa görmesi ile ünlü ya. Büyüleyici. Teras katında bir masanın etrafında oturduk, bize sistemi anlattılar. Üç gün boyunca evlerine gelip 45’er dakikalık meditasyon yapacakmışız, ardından en az üç ay bize verdikleri meditasyon ödevini kendi evimizde yapmalıymışız. Detayları: www.sahajmarg.org adresinde bulabilirsiniz.

Sonuç olarak bir tek annem ve ben devam edebileceğimizi söyledik, kardeşim üç gün arka arkaya gelemeyecekti. Melisa’mın okulu nedeniyle. Onu belki Bayram’dan sonra gelmesi üzere uğurladık. Stan Lajuige, kadının eşi, sistemi anlattıktan sonra işine döndü ve öğleden sonrayı Keerthi Lajuige ile baş başa geçirdik. Üç gün boyunca önce annemle 45 dakika oturdular, karşılıklı, gözler kapalı. Ardından benimle.

Allah’ım, meditasyon yapamayan ben için 45 dakika gözler kapalı oturmak nasıl bir deneyim, size anlatamam. Sıkıntıların doruklarında savruldum, düşünceler geldi, düşünceler gitti, onları önce kovaladım sonra yoruldum  ve durdum. İçimden saydım, içimden sustum. Gözlerimi aralasam mı diye kendimle savaştım. Dur şu boğazın tepesinde süzüleyim dedim, manzaraya doğru kuş oldum uçtum, sonra oturduğum yerde ayaklarım uyuştu, oturduğum pozu değiştirdim. Durdum, gözlerimi araladım, baktım Keerthi son derece dingin karşımda oturuyor. Üstelik benden önce de annemle oturmuş yine 45 dakika. O oturabiliyorsa ben de otururum dedim, gözlerimi yumdum. Ve başardım, üç günü başarıyla tamamladım. Ha medite oldum mu? Ne gezeeer… Sadece yoğun bir sıkıntı duygusu ile baş etmeye çalıştım. Ama bu hisler normalmiş. Evde her sabah 30 dakika, her akşam 30 dakika olmak üzere günde iki oturum meditasyon yapmaya söz vererek ayrıldım. Dün bütün iyi niyetimle meditasyona oturdum, sabahkini yaptım ama akşam 16’ıncı dakikada yoğun aksırık krizi ile meditasyonu durdurdum. Üzerinize afiyet biraz grip oldum da 🙁 Bu sabahki oturumda da aksırık engeline çarparak meditasyonu yarım bıraktım. Ama yılmak yok, akşam kız uyuyunca yine oturacağım.

Aslında, bu benim için harika bir zamanlama oldu. Meditasyona alışmak, zihnimi, o hiç susmayan zihnimi dinginleştirebilmek harika olacak. Keerthi bugün Hindistan’a gidiyor, döndüğünde bana sms atacak ve yeniden bir araya geleceğiz. O gelene kadar ben de ödevlerimi yapayım bari.

Geçen sene Yogarooms’da Yara’nın Raja Yoga ile ilgili bir Workshop’u vardı. O zaman evde pratik yapacağıma inanmıyordum, hazır değildim buna, o nedenle Workshop’a katılmamıştım. Bu sene yine yeniden karşıma çıktı ve hop kendimi içinde buluverdim. Her işte vardır bir hayır işte… Her şey kendi zamanında. İşte böyle.

Bakıcımızın ardından önce İnci, sonra ben grip olduk. Ama yine de yarınki yoga buluşmamıza gidiyorum. Maske takıp bir köşede oturacağım, ne yapalım. Ders kaçırma lüksüm yok! Ne azimliyim yahu, gurur duydum kendimle bak şimdi 😉

Hepinize harikulade bir hafta sonu dilerim…

Günlük kategorisine gönderildi | 1 yorum