İşi Bıraktım

Evet! Sonunda kararımı verdim ve işi bıraktım. Karar vermek zor oldu; bir yanda İnci’mle zaman geçirebilmek, diğer yanda kendi ayakları üzerinde durabilen bir kadın olmak vardı. Ben İnci’mi seçtim. En az üç sene evden tam zamanlı ayrılmamak bana daha doğru göründü.

Tam 8 aylık oldu kuzum. Bakıcımız da var. Ben de varım. Bu sayede kızım tek başına yatakta, parkta mızır mızır ağlamak ve ilgi dilenmek zorunda değil (en azından günün büyük bölümünde) ve en önemlisi, biliyorum ki kötü muameleye maruz değil.

Ben ne durumdayım diye sorarsanız, ara ara bunalıyorum. İşi özlediğim zamanlar da oluyor. Ancak genel anlamda mutluyum. Bununla beraber, insana bir hayat gailesi gerek. En azından benim için öyle. Ve çocuğumu yetiştiriyor olmam yeterli değil, sadece kendime ait bir hedef gerek. İşte bu sebeple de kendimi yoga eğitmenliğine hazırlıyorum.

Birçokları bunu ciddiye almıyor. Bu işten para kazanamayacağımı, bu işin hobi seviyesinde kalacağını düşünüyorlar. Ben ise her zamanki gibi pozitifteyim 🙂 Belki yağmayacak ama akacak 🙂 inanıyorum.

Günlük kategorisine gönderildi | İşi Bıraktım için yorumlar kapalı

Teste bir kala

Bugün 27 Haziran 2011. Gebelik testini yarın alacağım. Düne kadar bütün işaretler mevcuttu. Hassas ve şiş göğüsler, hatta hafiften akşam bulantıları ve kanepede uyuklamalar. Ama dün itibariyle göğüslerim eski boyutuna indi ve hassaslik neredeyse kayboldu:(sanırım bir kez daha bir bebiş uğradı ve gitti:(
Yarın hepsi belli olacak, ama test sonucunu aksama doğru almakta yarar var, yoksa yine işyerinde zırlamaya başlayabilirim. Bu arada, pozitif sonucu alırsam elbette çok sevinirim bununla beraber kritik dönem geçene kadar endişeler devam edebilir.
Eğer bu sefer de olmadıysa, benim içimden gecen tüp bebek işlemiyle devam etmek. Ama o da çok pahalı bir işlem. Parayı nereden buluruz, bilmiyorum. Aileleri bu işe karıştırmadan halletmek istiyoruz zira.
Ama inşallah gerek kalmaz ve yarın çok sağlam bir değerle, sağlıklı bir gebelik haberi alırız. Hadi hayırlısı…

Günlük kategorisine gönderildi | 1 yorum

Bebekli ya da Bebeksiz

Kendimi bildim bileli bebeklere karşı zaafım var. Çocukken dahi bebek gördüm mü dayanamaz, onu kucağıma almak, öpüp okşamak isterdim. (Zaman içinde, başkasının bebeğini ellememek gerektiğini, annelerin bundan çok hoşlanmadıklarını öğrendim tabi)

Evet, bebekleri, çocukları hep sevdim, yine de anne olma fikrini ertelemekte ısrar ettim. 30’uma kadar “evlenmem de evlenmem” diye tutturdum. Yaş 30 olunca, tamam dedim, evlenecek adam çıkarsa karşıma, evlenebilirim.

Sevgili eşimle evlendiğimiz gün, aynı zamanda 31’inci yaşıma bastığım gündü, 15 Şubat 2009.

6 ay boyunca çocuk lafı hiç geçmedi aramızda. Haziran 2009’da evli bir kadın olarak ilk jinekolojik muayenemi Dr. Herman İşçi’ye oldum. Dr. Herman, en yakın arkadaşım Latife Tunç’un gebeliğini takip eden ve onu, normal doğum ile dünyalar tatlısı oğlu Ozan’a kavuşturan kişiydi. Muayene sonucunda bana polikistik over olduğumu (bu teşhis daha önce de konulmuştu, sürpriz olmadı yani) ve yaşım da 30’u geçtiğinden, çocuk fikrini ertelememem gerektiğini, tedavi ile hamile kalabilme ihtimalim olduğunu belirtti.    

İşte bizim çocuk sahibi olma maratonumuz da böylelikle başlamış oldu. Bir sene doğal yollarla denedik, tık yok. Haziran 2010’da Klomen ile yumurtalıkları uyardık, ilk denemede gebe kaldım. Doktorumuz Cem(soyadını belirtmeyeceğim)’e gebe olduğumu bildirdim, 1 ay sonrasına randevu verdi bana, “normal hayatına devam et, ben yurt dışında olacağım, dönünce görüşürüz” dedi.

 Ancak çok erken dönemde, henüz kendisini göremeden düşük yaşadım. Şimdi düşündükçe kendisinin ihmalkarlığına sinirleniyorum, zira dış gebelik geçiriyor dahi olabilirdim. Beni takipsiz bırakmak yerine bir doktor arkadaşına yönlendirebilirdi.

Bu arada, öyle bir satırda “düşük yaşadım” dememe bakmayın, bu haberi alıp sindirmek epey zordu. Haberin ardından, eşimle ilk büyük tartışmamızı yaşadık. Onu umursamaz olmakla, en zor günümde beni yalnız bırakmakla suçladım. Ardından soluğu, evlilik terapisti Dr. Murat Dokur’da aldık (benim üstelememle elbette).

Neyse ki, atlattık!

Tüm bu süreçte beni umutlandıran iyi haber şuydu ki, Klomen sayesinde gebe kalabiliyordum. İşyerimdeki arkadaşlarımın önerisi ile Dr. Kılıç Aydınlı ile yoluma devam etmeye karar verdim. Bir sene kadar yine Klomen ile yumurtalıkları uyararak, yumurta takibi yapıp tarihli birleşme yöntemini denedik. Tık yok. En sonunda doktorum benden birtakım hormon testleri istedi, FSH ve LH hormonlarıma baktı. Sonuçlar geldiğinde çok şaşırmıştı. LH hormonumu çok yüksek buldu ve “Şu durumda tüp bebek şart!” dedi.

Ben yine doktorumla ilgili bir hayal kırıklığı yaşıyordum. Kendisine polikistik over hastası olduğumu söylemiştim, ancak benden hormon testi istemek için TAM bir sene bekledi… Her ay yaşadığım duygusal dalgalanmayı bir ben bilirim, her regl ile altüst oluyordum. Aldığım gebelik testlerinin haddi hesabı yoktu. Her ay bir umutla hayata bağlanıp, her ay negatif sonucu görerek yıkılmak… Sürekli vücudunu dinlemek, gebelik işaretlerini farketmek, ümitlenmek, sonra yine yeniden… Gerçekten zor bir süreç, üstelik bunu kadın tek başına yaşıyor.

Ben öyle ketum biri değilimdir, üzüntümü de sevincimi de paylaşırım. Hem sorun eşimden değil, benden kaynaklanıyordu, o nedenle de istediğim kişi ile derdimi paylaşmakta bir sakınca görmüyordum. Yani işin ucunda eşimin erkeklik gururunu kırmak gibi bir şey söz konusu değildi. Bu mantık ile işyerimdeki arkadaşlarımla da paylaştım derdimi, zaten her gün beraberiz ve saklamak imkansız, beni benden iyi tanıyorlar artık. İyi ki de paylaşmışım, bir tanesi Bahçeci Kliniği’nden söz etti. Asker arkadaşı ve eşi uzun zamandır çocuk istiyorlarmış ve bu klinik sayesinde mutlu sona ulaşmışlar, üstelik çok araştırma yapmışlar bu kliniğe başvurmadan evvel ve de tüm süreç boyunca klinikten son derece memnun kalmışlar. İş arkadaşım hemen söz ettiği bu arkadaşını arayarak benimle görüştürdü, sağolsun. Telefon görüşmemiz çok olumlu geçti, yeni baba bana moral verdi, klinikte tüm doktorlar iyi, sonuçta bir ekip olarak çalışıyorlar, ama bizim doktorumuz Dr. Erbil Yağmur idi ve kendisinden çok memnun kaldık, dedi.

Hemen randevumu aldım. Yine bir umut doğdu içime. İlk randevu için iş çıkışı Fulya’daki kliniğe koştum.

İlk intiba önemlidir ya hani, benimki çok olumluydu. Bankodaki bayanlardan bir tanesi yüzüme baktı ve hemen, “T… Hanım, değil mi?” dedi. Çok şaşırdım, koskoca klinik, içerde bir sürü hasta var, benim kim olduğumu nasıl bildi, adımı kullandı, gerçekten etkilendim.

Sonra Dr. Erbil Bey’in hemşiresi gelip beni salondan aldı, Dr. Erbil Bey’in ofisine kadar bana eşlik etti. İçeri girdiğimde odada kimse yoktu, ben de hemen çantamın içinden raporlarımı, test sonuçlarımı çıkarmaya koyuldum ki bu esnada doktor bey içeri girdi. Ne yalan söyleyeyim, önce tereddüt ettim, zira doktor bey tahmin ettiğimden çok gençti ve üzerinde jean pantolon ve ekoseli spor bir gömlek vardı. Bir miktar hayal kırıklığına uğradım, aklımdan ilk geçen, “yeterince deneyimli değil” oldu, ah önyargılar… İlk görüşmemizin sonunda bu fikrim tamamen değişmişti, çünkü Dr. Erbil bana herşeyi detaylı bir biçimde anlattı, açıkladı, ses tonu, kendinden emin tavrı güven vericiydi. Bir önceki doktorum o kadar ketumdu ki, Dr. Erbil’in acele etmeksizin her soruma uzun uzun yanıt vermesi bana kendimi müthiş iyi hissettirdi.

Bir önceki doktorumla bu konuda hiç anlaşamamıştık. Ben her randevuyu iple çekiyor, resmen takvimde çetele tutuyordum, ağzından çıkacak her söz benim için çok değerliydi, ancak kendisi süreci anlatmaktan kaçınıyor, ne olup bittiği konusunda beni yeterince bilgilendirmiyordu.  Öyle ki, her randevu sonunda kendimi bir cafe’ye atıp kocaman bir cheesecake yemeden ve bir miktar zırlamadan, eve dönemiyordum.

Dr. Erbil benim tedavimi, aile hekimi ve diyetisyen Dr. Murat Berksoy ile birlikte yürütmek istediğini söyledi. Dr. Murat’tan da randevu aldım. Dr. Murat inanılmaz şeker bir adam. İlk görüşmemizin ardından ofisinden çıkarken içimdeki ses “Oh Yeah!” diyordu. Neredeyse PCOs olduğum için Allah’a şükredecektim. En güzeli, artık doktor randevularımın ardından dev cheesecake yiyerek zırlama ihtiyacı da duymuyordum, bilakis, Dr. Murat Bey’in verdiği beslenme planına göre hareket ediyordum.

Dr. Murat ve Dr. Erbil bana, “Bizim için çerez sayılır sizin durumunuz, sizi de gebe bırakamazsak bu işi bırakalım,” gibi inanılmaz moral verici sözler söylediler. Atipik bir PCOs imişim. Genelde PCOs’lular çok kilolu olurmuş, bu da gebe kalmayı güçleştirirmiş, oysa benim genel vücut yağ oranım normal sınırların altında (ki hedefimiz bunu normal sınırlara çekmek, özellikle üst beden yağ oranım çok düşük çıktı 14%, hedef 20%). Bu arada yaşım da 33. 35’in altı olmak da büyük avantaj. Eşimde de bir sağlık problemi yok, çok şükür… Tablo fena değil gibi yani…

“Üç ay diyetle vücudunu dengeye sokalım sonra aşılama deneyelim,” diye karar verildi. Yine takvimden gün çentikleyerek geçti zaman, ah sabırsız ben! Ve 13 Haziran Pazartesi günü aşılama işlemimiz gerçekleşti.

IUI (Intrauterin Insemination) denilen bu işlem aslında acısız, ama çok da rahat bir işlem sayılmaz. Şöyle ki, işlemden önce bol su içerek idrar kesesini şişirmek gerekiyor, böylece rahim ağzına ulaşmak daha kolay oluyormuş sanırım. Ben zaten çok sık tuvalete giden biriyimdir ve çişimi tutmayı hiç sevmem, beni en çok zorlayan bu oldu. Üstüne üstlük, doktorun beni işlem için alması da gecikince, düşünün halimi. İşlem esnasında da bir hemşire tam idrar kesemin üzerine bastırıyordu, Allah’ım!… Neyse ki bir kaza yaşanmadan işlem tamamlandı. Eşim bir süredir “ya spermler karışırsa” sendromu yaşıyordu, şaka yollu kırk kere söyledi, tutarsa ben DNA testi isterim diye. Hemşire bu duruma alışkın sanırım, işlemden önce üç kez örnek tüpünün üzerinde yazan eşimin adını okutup onaylattı bana.

Bu arada, işlem bir ameliyathanede gerçekleşti, filmlerdeki gibi bacakları olabildiğince iki yana açıyorlar ve tepenizde ameliyat lambaları oluyor, hani şu dev gibi yuvarlak olup da bol ışık verenlerden. İşlemin rahatsızlık vermesinin ikinci sebebi de buydu elbette.

Şimdi bekleme sürecindeyiz. 28 Haziran’da kanda gebelik testi yapacağız. Acabalar kemiriyor içimi ama kendimi serin tutmaya çalışıyorum. Yolda yanımdan geçen her hamileye maşallah çekiyor, sağlıkla sıhhatle, hayırlısı ile darısı başıma inşallah, diyorum. Bu arada, resmen bir hamile radarım var… En yakın mesafedeki hamileyi ilk ben fark ediyorum

Umarım bu denemede mutlu sona kavuşuruz ve hafta hafta gebelik yolculuğumu yazarım buradan. İnşallah!

Günlük kategorisine gönderildi | Bebekli ya da Bebeksiz için yorumlar kapalı

ELİF – Bölüm III

İLK İKİ BÖLÜMÜ OKUDUNUZ MU? Bkz. Elif I-II

Saat dört gibi eve vardım.
Kurtuluş’un ara sokaklarından birinde oturuyorduk. Astım nöbetlerimin miladı da sayılan “malum olay”dan hemen sonra, on yıl oluyor, annem beni kapmış, birkaç parça eşya, biraz yastık altı parası ile kopmuş gelmişti İstanbul’a. Bir dayım vardı burada. Sultanahmet’te, Kapalıçarşı’nın yakınlarında saatçi dükkanı işletiyordu. Annem iş bulup ev tutana dek dayımlarda kalmıştık. Sonra Gültepe’de, onlara yakın bir yere kiraya çıkmış, dayım vefat edince de Kurtuluş’a taşınmıştık. Benim genç kızlığım hep bu mahallede geçti. Önce sokağın başındaki apartmandaydık, bodrum katıydı o, sonra burayı bulduk, ara daire işimize geldi, ısınmak kolay olur dedik, taşındık. Binanın yaşı epey vardı. Üçbuçuk katlı, dar bir yapı. İki yanında, bizimkini kollarından destekleyip ayakta tutan, bitişik nizam yüksek apartmanlar. Sokak da daracıktı, evimizin içi de, apartmanımızın döne döne yukarı çıkan taş merdivenleri de.
İkinci kata çıktım. Zili çaldım. Cevap yok!
Anahtarı delikte döndürdüm, kapıyı araladım. Çantamı yere, kapının dibine bıraktım. Ayakkabılarımı çıkardım, terliklerimi giydim. Kağıt kıvamındaki, yeşile dönük kahverengi halıflekse basmaktan hoşlanmazdım.
Akşam bütün hüznüyle çökmüş, yetmiş metrekarelik daireyi yarı karanlığa gömmüştü. Rüzgar uğul uğul pencereleri zorluyordu. Evimiz kutu gibiydi ama annem nasıl becerdiyse, o holden bozma minnacık salona, bir zamanlar pek moda olan şarap rengi kadife bir koltuk takımı, maun orta sehpası, kare biçimli, demir ayaklı, açılır kapanır yemek masası ve yine maundan vitrinli televizyon ünitesini sığdırmayı başarmıştı. Duvarlar, eskiden bal köpüğü rengi olduğuna kanaat getirdiğim, yer yer kabarmış, kendinden desenli duvar kağıdı kaplıydı. Televizyonun karşısında, dayımın el emeği göz nuru, bakır işlemeli bir duvar saati asılıydı. Onun solundaki kirişin üzerinde de her eve lazım, sarı saman sayfaları olan karton takvim. Hani şu sayfaları gün be gün koparılan, üzerinde o gün doğan kız ve erkek çocuklara verilecek isimlerle yemek tarifleri yazılı olanlardan. Bu eşyaların her biri toplamaydı. Ev kuranla, evlenene Allah yardım eder derler. Evimiz tıka basa eşya doluydu, her birini bir başka tanıdıktan almıştık. Kimi evini değiştirirken, kimi eşyasını yenilerken eskilerini bize vermişti de zaman içinde iğneden ipliğe tamamlamıştık eksiklerimizi.
Bu ev benim için özeldi, çünkü İstanbul’a geldiğimizden beri ilk kez burada, sadece bana ait bir odam olmuştu. Kabuğuma çekilip kendimi tamir etmem gerektiğinde sığınıp saklandığım odam.
Annemin evde olmamasına sevinmiştim. Biran önce uyumak, kimseyle konuşmadan ortadan kaybolmak istiyordum. Üstümü çıkarmadan, yorganın altına girdim, sırtüstü uzandım. Çok mutsuzdum, şaşkın, kızgın, üzgün. Aynı anda, hepsiydim. Karnımın orta yeri, koca bir delikti! Beni ve benimle birlikte tüm gerçekliği yutan, içimi dışarı çıkarıp yalanı doğruya karan, hortum olup tozu dumana katan bir delik.
Hayal kırıklığı hissediyordum. Büyük bir hayal kırıklığı. Akıllı geçinirdim, kül yutmaz bilirdim kendimi. Nasıl oldu da inandım, saf saf. İnandım mı ki? Belki de inanmak istedim. Belki de bir yanım en başından beri biliyordu, her şeyin yalan olduğunu. Peki şimdi ne diye bu kadar acı çekiyordum? Hani eğlencelikti, sarılmak sevişmek içindi sadece? Demek gizliden gizliye hayaller kurmuştum. Kendime bile itiraf etmekten çekindiğim, pembe hayaller. Cem ile bir gelecek!
Cem’de beni çeken neydi? Güzelliği, saflığı, seks? Bana olan koşulsuz aşkı ya da? Sanırım, hepsiydi! Bir kere, beni böylesi seven birine ilk kez rastlıyordum. Sevgisinden en ufacık şüphem yoktu. Bu sevgi buzlarımı eritmiş, sıcak bir yaz güneşi olup iliklerime işlemişti. İlk kez, korkmadan duvarlarımı kırmış, perdelerimi kaldırmış ve kendim olmuştum yanında. Yine sevmişti beni, herşeye rağmen! Üstelik, inkar edilemez bir çekim vardı aramızda. Onu gördüğüm anda, önlenemez bir biçimde dokunmak istiyordum. Aksi taktirde sanki yarım yok gibi hissediyor, üşüyordum.
Bir sebebi daha vardı, Cem’e sarılmamın. Onda kendimi görüyordum. Kontrolümü kaybetmiş halimi, o en düşmüş, rezil beni. Herkeslerden gizlemeye çalıştığım sefil, bağımlı, güçsüz yanımı. Yalancı, hilekar Elif’i! Biraz da bunun için bırakamamıştım, terk edememiştim bu adamı. Silkinip kurtulsun, başarsın istiyordum, onun kurtuluşu benim kurtuluşum olacaktı.
Başım dönüyordu, başımla beraber odamın duvarları. Zihnim susmak bilmiyordu. Gözlerimi dikip, tül perdelerimden sızan gün ışığının duvarlardaki aksini izlemeye koyuldum.
Bir süre, duvarların üzerinden kayıp giden gölgeleri izledim. Sonra gözüm, gölgelerin artık uzanamadığı yerde asılı duran manzara resmine takıldı. Güneşli güzel bir koydu resimdeki. Mavi, masmavi bir koy. Koyu mavi, açık mavi, yer yer mora, yer yer yeşile çalan, alacalı bulacalı bir mavi. Dağların denize paralel geldiği, bitişik nizam evlerinin camlarından fuşya rengi begonvillerin telaşla fışkırdığı, uzakta, çok uzakta, insanlarının mutlu mesut yaşadığı bir sahil kasabası. Mümkün olsaydı da içine girebilseydim keşke, orada olabilseydim, dertsiz tasasız… Göz kapaklarım ağırlaştı, resmin içine doğru çekildiğimi hissettim, bedenimin her bir zerresi, hücre hücre gevşedi. İçim geçti. Nefesim belli bir ritme oturdu. Mutlu insanların yaşadığı bu sahil kasabasının mavisi, moru sardı her yanımı. Güneş iliklerimi ısıttı. Kendimi uykunun kollarına bıraktım.
Uyandığımda annemi başucumda oturur buldum. “Uyandın mı yavrum?” dedi. Yatakta doğruldum, kulaklarım çın çın ötüyordu. Ağır hareketlerle terliklerimi buldum. Başucumdaki sandalyenin sırtından hırkamı alıp üzerime geçirdim. Annem, “Yavrum gel bak, kahvaltı hazırladım, Derya da geldi, banyoda, ellerini yıkıyor, gel yavrum, otur annem,” dedi. Banyonun kapısı açıldı, Derya, her zamanki gibiellerini hırkasının uzun kolları içine hapsetmiş, dudağının ucuyla gülümseyerek “Uyandın mı sonunda?” dedi.
“Saat kaç?” dedim.
Derya, “On ikiyi geçiyor, tam on dokuz saattir uyuyorsun,”
Annem, “Dün akşamüstü saat beş gibi eve geldim, yatmıştın, ellemedim. Ama bu saate kadar uyanmayınca meraklandım. Bir şeyler sayıklayıp durdun, rüyalar gördün hep. Sabahleyin Derya’yı arayıp sordum, bir şey mi oldu diye, o da kalktı geldi sağolsun.”
“Yok bir şeyim, soğuk aldım herhalde. Abartmışsın Haticanım, yaşlandıkça daha da kuruntulu oluyorsun, farkında mısın?” diye takıldım anneme.
Annem bozuldu. Gülümsedim, yanağından bir makas aldım. Derya’ya döndüm, “İyi ki gelmişsin aslında, Megavizyon’a uğrayalım, senin şu geçen gün bahsettiğin CD’ye bakalım, adını not etmemişim ben,” dedim.
Derya akıllı kızdı, ne diyor bu gibilerinden bir baktı bana, ama hemen topladı kendini, “İyi ya kahvaltıdan sonra çıkarız,” dedi.
Kahvaltıdan hemen sonra çıktık. Bir süre sessizce yan yana yürüdük sonra Derya, “Cem aradı. Seni merak etmiş,” dedi.
Cep telefonum hala sessizdeydi. Çıkardım baktım, on yedi cevapsız çağrı! Gerisin geri cebime koydum.
Derya, “Aramayacak mısın?”
Ben, “Semaver’e gidelim, sana anlatacaklarım var,”
Gözlerini benden ayırmadan, başını tamam anlamında salladı.
***
Devamı Var!

Arkası Yarın-Bir Roman Denemesi kategorisine gönderildi | ELİF – Bölüm III için yorumlar kapalı

ELİF – Bölüm II

Ertesi sabah, kapı ziline uyandım. Başım külçe gibi ağır, zonkluyordu. Ambar’ın müzikleri hala kulaklarımdaydı. Uzandım, komodinin üzerindeki cep telefonumdan saate baktım, 10:25. Annem çoktan işe gitmiş olmalıydı. Yattığım yerden, karoları yer yer bozulmuş marley zemindeki ucuz, pespaye kilime doğru ayaklarımı sarkıttım. Ellerimle karyolanın paslı demir çubuğunu kavrayıp bacaklarımı sallandırarak, bir güzel gerindim. Yatağın dışı buz gibiydi, ayaklarımı bir o yana bir bu yana gezdirerek terliklerimi aradım. Öff! Öff’lerken kapının açıldığını duydum. Annem evdeydi. Bugün günlerden neydi ki? İçimden hesap yaptım. Dün çalışmıştım, Perşembe’ydi çünkü. Akşamüstü ikiden gece yarısına kadar çalışmıştım, sonra Cem’le Ambar’a takıldıydık. Geceki hallerimizden sahneler geldi gözümün önüne. Cem’in rezilliği, benim aptallığım… Hayal meyal, İstiklal, serseriler… Dün Perşembeyse, bugün Cuma, annem niye evde? Kapıya kulak kabarttım.
Bir erkek sesi. Boğuk, sigara ve alkolle hırpalanmış seslerden, “… Haticanım, benden söylemesi, üstüme düşeni yaptım, içim rahat. Gerisi de size kalmış artık.” dedi, kütür kütür öksürdü. Tanıdık biri ya, çıkaramadım.
Annemin ne dediğini duyamıyordum, alçaktan alçaktan konuşuyordu.
“Öyle olsun, ama daha da zaman kalmadı. Bunca yıllık hukukumuz var. Zor kullandırtmayın bana.”
“…”
“Tamam, hadi kalın sağlıcakla!”
Kapı kapandı!
Yataktan fırladım, tek adımda hole çıktım, annemle burun buruna geldik.
“Anne n’oldu, kimdi o?”
“Ev sahibi, kim olacak.”
“Ne istiyormuş gene?”
“Ne isteyecek Elif, aynı mesele, çıkın diyor, müteahhite veriyor ya binayı, diğer dairelerle anlaşmış, biz kalmışız, yıkıp apartman dikeceklermiş de tahliye davası açmışmış da onu haber veriyor, kağıt gelince şaşırmayalımmış. Kolaydı kış ortası adamı kapıya koymak!”
“Sen niye evdesin?”
Cevap vermedi, mutfağa geçti. Arkasından ben de. Çay koymuş, mis gibi taze demlenmiş çay kokuyordu ev. Mutfak camı, çaydanlığın ibiğinden tüten buharla buğulanmış, dışarısı görünmüyordu. Çocukken de yapardım, parmağımı soğuk camın üzerinde gezdirerek, “Elif” yazdım.
Annem baktı, “Otur hadi kahvaltını et,” dedi. Hiç keyfi yoktu. Dün gece geç geldiğime mi bozuktu acaba hala? Hem salon hem oturma odası olarak kullandığımız genişçe holdeki yemek masasına geçtim. Annem üzerine kırmızı kirazlı günlük muşambayı yaymış, kahvaltılıkları dizmişti, beyaz peynir, zeytin, biraz ekmek…
Sorumu yineledim, “Anne!.. Sen niye evdesin bu saatte?”
“Ekmekleri kızartayım mı?”
“Olur!” dedim, omuzlarımı silkerek.
Doğumgününde ona hediye aldığım, Tefal marka ekmek kızartma makinesine dilimleri dizdi. Bir iki dakika içinde mis gibi bir koku yayıldı etrafa ve nar gibi kızarmış ekmekleri tıp tıp attı makine.
Ağzının içinde bir bakla vardı ya, hadi hayırlısı. Mutfakla masa arasındaki iki adımlık yolda mekik dokudu. Habire bir şey unutup geri gidiyor, onu alıp geliyor, bir bahaneyle yine mutfağa yöneliyordu. Gözlerini gözlerimden ustaca kaçırıyordu. Tek dizimi kırıp kaldırarak, masadaki sandalyelerden birine tünedim. Bir yandan peynir ekmek atıştırırken, bir yandan da gözüm üzerinde, sabırla bekledim. Neden sonra, “Elif, seninle konuşacaklarım var!” dedi.
Lavabonun üzerindeki mutfak rafından ince belli, emektar çay bardaklarını aldı, süzgecin üstünden demi döktü, üzerine kaynar su ekledi. Birini bana, birini kendine alıp karşıma yerleşti. Çay kaşıklarımızın sinir eden sesi doldurdu odayı.
Dayanamadım, “Eee…” dedim.
“Dün Mustafa Bey beni odasına çağırdı. Adamın yüzünden düşen bin parça, canı sıkkındı epey, anlayıverdim hemen, kötü bişeyler var.”
“Ne yumurtladı gene, naylon komünist?”
“Elif! Mustafa Bey iyidir, deme öyle,”
“İyi mi? Yapma anne, bütün gün çay içsin, sigara… Konuşsun da konuşsun, solcu ayakları. Basiretsiz, özü sözü tutmaz herifin teki!”
“Yayınevinin durumu zordaymış. İşçi çıkaracaklarmış, çaycıya ihtiyaç yok dedi, gözlerini indirdi, ağlamaklı oldu adam. Koskoca adam, gözleri yaşlı yaşlı bin kere özür diledi. Yarından itibaren gelme dedi.”
“Al işte! Emek hırsızları! Çay sigara solcuları!”
“N’apsın adam, zorda işte, para yok, n’apsın?”
“Sigorta yapsın anne, özlük haklarını versin. İşten mi çıkarıyor, iş araman için süre versin. İhbarını, kıdemini versin. Savunma pislikleri bana!”
“Aman Elif, burası basit bir yayınevi, sigorta migorta, güçleri yetmez bunların kızım,”
“Güçleri yetmiyorsa, işletmesinler efendim. Sigortasız elemanlarının sırtından solcu kitaplar basmayıversinler. İkiyüzlülüğün bu kadarı olur mu? Enayi mi var burada? Enayi miyiz? Eh, öyleyiz tabii, enayiyiz. Sen de, ben de, enayiyiz!”
“Anneye enayi denmez!”
Çayımdan bir yudum aldım. Sessizlik…
“Ee, n’olcak şimdi?”
“Bilmiyorum kızım, ne olacak, iş arayacam.”
“Ev işini n’apcaz?”
“N’apcaz kızım, gidecek yerimiz mi var, bekliycez, bi yere kımıldamayacaz. Hem ben soruşturdum, hakim mazlumdan yana oluyormuş mahkemede. Kiracı attırmak öyle pek kolay değilmiş. Mustafa Bey de dedi ki…”
“Bırak o Mustafa’yı, söyletme işte!”
“Elif!”
“Allahtan benim yerim sağlam. Kış olmasına rağmen işler çok iyi Bahçe’de. Şu ısıtıcıları kim bulduysa Allah razı olsun ondan.”
Basit bir hesap yaptım, kendi kendime konuşur gibi, “Kira dörtyüz, elektrik, su… Onları hallederiz. Isınmak dert! Ona da yapacağımı biliyorum ben,” dedim, bir hışım kalkıp mutfağa yöneldim. Ekmek bıçağını kaptığım gibi… Annem telaşlandı, “Elif! N’apıyorsun kızım, bırak o bıçağı.”
Dış kapıdan çıkıp, hemen kapının yanındaki dolabın kapağını açtım, elektrik saatinin kırmızı mühürünü bıçak yardımıyla, söküp attım. Bahçe’den Mert öğretmişti bunu bana, saatin pimi ile biraz oynadım ve ibre duruverdi. Annem arkamda inanmaz gözlerle beni izliyordu, fısıltıyla, “Elif! N’apıyorsun kızım, yakalanırsak, cezası var, ele güne rezil olmak var.”
İbreyi yeniden çalışır hale getirerek dolabın kapağını örttüm, içeri girdik.
“Rahat ol! Gündüzleri çalıştıracaz, kontrole gelen olursa ibre oynuyor olacak. Mühür yok diye tantana ederlerse safa yatarsın, mahallenin çocukları falan dersin. Sadece geceleri kesicez. Memurların mesaisi bitince, hatta sekiz gibi keseriz. Elektrikli ısıtıcıyı takar fişe, ooh, sıcacık otururuz bütün gece.”
“Kızım yavrum, hırsızlık, hak yemek bu!”
“İyi ya işte, bizim başımız kel mi. Herkes birbirini beceriyor bu ülkede, bizim başımız kel mi?”
Annem verecek cevap bulamayınca, yine susmakta buldu çareyi. Sessizce kahvaltımızı ettik. İkimizin de kafasında düşünceler… Sessizliği bozan annem oldu,
“Sen de çalışıyorsun, didiniyorsun ama, içim hiç rahat değil, Elif. Tuttuğun yol, yol değil. O kadar içki, sigara… Bir bardan kazandığını ötekinde harcıyorsun,”
“Anne kaç kere dedim sana, Ambar’dakiler bizim çocuklar, para mara vermiyoruz orda. Biraz kafa dağıtıyoruz. Geceyarısına kadar tabanlarım şişiyor zaten, sonrasında iki bira içip muhabbet etmek benim de hakkım değil mi? Hem ne kazanıyorsam gelip sana vermiyor muyum?”
“Kızım, yavrum, para değil, sağlığından korkuyorum ben. Genç bir kıza iyi gelmez böyle serkeş hayat. Sen ki alkolü tanıyorsun. Bari sen yapma.”
“Anne, bu konulara girmeyelim, istersen!”
Annem ekmekten bir parça koparmış, parmaklarının arasında evirip çeviriyor, yumuyor da yumuyordu… Gözlerini dikmiş nimete, kaldırmadan,
“Şu çocuk… onda iş yok. Hiç gözüm tutmadı. Saf, aptal bişey. Ne buluyorsun, anlamıyorum.”
“Eğleniyoruz işte, ciddi bir şey değil,”
“Sen kız başına çalışıyorsun, bu çocuk n’apıyor, kaç yaşında bu, 25 miydi? Koca herif, nerden para buluyor?”
“Okulu var, okula gidiyor.”
“Ne okulu hala, kaç senelik okul bu,”
“Okul işte, askerlik için uzatmış, okuyor çocuk.” Çatalımın kenarıyla peyniri böldüm, bir parçayı ağzıma götürüp üzerine de çayımdan bir yudum aldım.
“Hiç okul arkadaşını tanıyor musun, okuluna gittin mi?”
Ağzımda lokma olduğu halde birşeyler geveledim.
Annemi susturmak için umursamaz ayaklarına yatıyordum ama, bir süredir benim de kafamı meşgul ediyordu bu konu. Cem’i tanıdığımdan beri bir okul muhabbetidir, gidiyordu. Buna karşın Cem ne okula devam ediyor, ne atılıyor, ne de mezun olabiliyordu. Ne zaman arasam müsaitti. Cebindeki bozuklukları zar zor denleştirip bira alıyor, sigara alıyor, akşam eve dönme zamanı gelince, dolmuşa, otobüse verecek parası kalmıyordu. Sinek küçüktü ama…
Aynı gün öğlen vakti Cem’le buluştuk.
Hava biraz ılımış, güneş çıkmıştı, Taksim’den Galatasaray Lisesi’ne kadar yürüdük. Lisenin hemen arka sokağında, çayı güzel bir kahve vardır, Semaver, liseliler takılır genelde, ucuzdur. Ben işbaşı yapmadan bir çay içimlik oturalım dedik. Her daim ter kokan tıfıl garson, bu çocuk hiç yıkanmaz mıydı ki, yanaştı, iki çay söyledik, demli olsun diye ekledi Cem. Şöyle karşıma oturuverince dikkatimi çekti, sol yanına düşen gün ışığı ile aydınlanan güzel yüzü kireç beyazıydı, akşamdan kalma! İşaret ve orta parmağını birleştirip, tek kaşının üzerindeki yarabantına bastırıyordu ikide bir. Her seferinde, yeniden gözümün önüne geliyordu dünkü halleri, bozuluyordum. Alkolün etkisi olacak, gözleri iyiden iyiye çukura kaçmış, altındaki torbalar şiştikçe şişmişti. Bizim tıfıl, dumanı tüten tavşan kanı çayları önümüze bırakırken, gözlerimi Cem’in gözlerine çiviledim. Dilimin altındaki bakla hop hop, daha fazla duramadı yerinde, çocuk çayları koyup gidene dek konuya girdim,
“Senin finaller bitti miydi?”
Gözlerimin içine bakmıyordu bizimkisi,
“Ha, bitti,” aptal aptal gülümsedi.
“Nasıl geçti peki?”
“İyi… İyi geçti…” elinin altındaki peçeteyi dürüp duruyordu.
“Hangi dersler kalmıştı bu seneye?”
“İşletme dersi…eh… muhasebe… matematik… falan işte.”
“Zorlar kalmış hep,” şüphe ne kötü şeydi.
“Ha, evet, evet… Ama Nuri’nin notları kurtardı beni. Nuri’yle aram iyi ya, onun notlarını aldım da çalıştım,” gözleri şaşı mıydı, yoksa bana mı öyle geliyordu? Belki de yalan söylerken insan, şaşı bakıyordu.
“Valla bilmiyorum, aran iyi mi, kötü mü?… Hiç tanıştırmıyorsun ki beni üniversitedekilerle, utanıyor musun ben okumadım diye?” Gözlerimi diktim gözlerine, pür dikkat izliyordum.
Yüzü allak bullak oldu, bütün hatları derin bir üzüntüyle yumuşadı, eridi, aktı, iyiden iyiye aşağı sarktı. Bu dürüst olduğu anlamına mı gelirdi ki? “Pissicik, o ne biçim söz öyle, sen benim ruhumsun, güneşimsin! Bitanecimsin benim!”
“E, niye tanıştırmıyorsun o halde?”
“Okula gittiğim mi var, çoğunu tanımıyorum bile, bir Nuri var işte…” inanmak istiyordum,
“Nuri’yle tanıştır o zaman,”
Peçeteyi ditti, ditti, “Olur, bir gün tanışırsınız. Bu ne böyle bugün, sorgu sual, kıskanıyor musun beni? Ha?” sıkıntılı sıkıntılı gülümsedi.
Konuyu değiştirmek için, “Sana kızgınım Cem, dün kendinden geçtin yine,” dedim.
“Evet, haklısın, özür diliyorum bitanecim, gör bak, bir daha olmayacak, söz!”
“Hıı, evet, bu kaçıncı,”
Üzerime kapandı, yanaklarımı sıkıştırdı, burnuma tıp tıp vurarak, “Hadi, gül, gül bakayım biraz,”
Elini kolunu ittim, “Öff! Sıkıldım, hadi kalkalım! İkide işbaşı yapıcam, geç kalmayayım,” dedim.
“Akşama alırım seni,” dedi.
“Akşam eve gidecem, anneme söz verdim,” diye geçiştireyim dedim, üsteledi, “Tamam, ben seni alıp eve bırakırım,” dedi.
“Gerekmez,” diyecek oldum, baktım caymayacak razı geldim, “İyi,” dedim, “keyfin bilir.”
Tıfıldan hesabı istedik, ödedik, çıktık.
Haftasonları Bahçe kalabalık olurdu. Tam kadro çalışırdık, yine de ayaklarımıza kara sular inerdi. Kapanışta hepimiz yere serilirdik. Çok çok Ambar’da birer paydos birası içip, evlere dağılırdık. Cem de alışkındı, haftasonları dinlenmek istediğimi bilir, beni rahat bırakırdı.
Annemin okul mevzusuyla ilgili içime düşürdüğü kurt, kırt kırt kemiriyordu beni. Kafama bir şeyi taktım mı yapmadan rahat edemem ya, bu meseleyi çözene kadar da Cem’in yüzünü bile görmek istemiyordum. Tam zamanında, haftasonu hızır gibi yetişmiş oldu imdadıma. Cumartesi doğru eve gideceğim, boşuna gelme demiştim, yine de geldi iş çıkışı, eve bıraktı beni. Pazar, bir baktım yine Bahçe’nin kapısında, Ambar’a uğrasak ya dedi, yorgunum dedim, geçiştirdim. Ertesi gün izin günümdü. Annemi doktora götüreceğim bahanesiyle boş günümü kendime sakladım.
Pazartesi sabahı, içimde bir sıkıntıyla, kan ter içinde uyandım. Uzandım, saate baktım, 9:08. Saçlarım alnıma, boynuma dolanmış, yapışmış kalmıştı.
Yattığım yerde, öylece kaldım bir süre.
Bugün o gündü. Yataktan kalktım. Holde, annemi gördüm. Masaya ilişmiş, tüm gazeteleri toplamış yamacına, elinde kalem, gözünde gözlük haldır haldır iş arıyordu. Beni farketmedi bile. Ses etmedim. Banyoya girdim. Buz gibi! Evin en soğuk yeriydi banyomuz, hele kışları! Omuzlarımı büzdüm, pijamamın kollarını sıvadım. Başımı lavaboya doğru uzattım, ip gibi akan cılız suyu hızlıca yüzüme çarptım, çok soğuk! Çarçabuk dişlerimi fırçaladım. Her sabah aynı ızdırap, nefret ediyordum kıştan. Odama geçtim, giyindim.
Annem kafasını kaldırmadan, “İki lokma bir şey ye de öyle çık, çıkacaksan!” dedi. Masada beni bekleyen kahvaltılıklardan bir iki lokma tıkıp ağzıma, ayaküstü, akşama görüşürüz, dedim, çıktım. Arkamdan bağırdığını duydum, “Geç kalma Elif! Hava buz…”
Karmakarışık duygular vardı içimde. Almak istediğim cevap neydi, bugün bile bilmiyorum. İki üç gündür kafamda kuruyordum. Önce iki sokak üstümüzdeki internet cafe’ye uğrayacak, kampüsün adresini bulup, oraya en kolay nasıl gidebileceğime bakacaktım. Aradığım yanıtı nasıl alabilirim diye epey düşünmüştüm, planımın çalışacağını umuyordum. Başarısız da olabilirdim tabii, uyanık bir görevli çıkarsa karşıma, öğrenci gizliliği falan diye geri çevirebilirdi beni, ama istedim mi çok iyi rol kesebildiğimden, durduk yere hüngür hüngür ağlayabilirdim mesela, kendime güvenim tamdı.
Net Net Cafe’nin merdivenlerinden inerken kalbimin atışları hızlandı. İçerisi neredeyse karanlıktı. Kendimi daha rahat hissettim. Çoluk çocuk bilgisayarları tutmuş, bağıra çağıra oyun oynuyordu. Birkaç zavallı da chat peşindeydi. Kasadaki göbekliye yöneldim, “Boş var mı?” dedim. “Beş numara dedi,” bir eliyle şişko göbeğini kaşıyordu, diğeriyle duvar dibindekini gösterdi. Alelacele yerleştim. Ceketimi falan çıkarmadan. Kalbimin sesini duyan var mıydı ki? Etrafıma bakındım, herkes kendi halinde. Google’dan taradım, İstanbul Kültür Üniversitesi, İktisadi İdari Bilimler Fakültesi, Ataköy Yerleşkesi!.. Pat pat pat dökülüverdi önüme seçenekler. İlkine tıkladım ve çıkıverdi karşıma, ulaşım, Taksim’den 76T. Paramı ödediğim gibi dışarı attım kendimi.
Otobüste zihnim hiç durmadı. Ya utanacaktım, rezil olacaktım… Saklardım o zaman herkesten, kimse bilemezdi ki şüphelenip hafiye gibi soruşturmaya gittiğimi… Ya da…
Yerleşkeye vardığımda bir an ne yapacağımı şaşırdım. Çok büyük ve karışık geldi gözüme. Kalabalıktı, bir o yana bir bu yana koşturan öğrencilerle doluydu. Öğrenci işlerini bulmalıydım ama nasıl? Bir süre aptal aptal dolandım. Neden sonra birine sorabildim, sonrası net değil. Bir güç beni doğru binanın doğru katına çıkardı… Bilgisayarın başında oturan kadına, bir yüzü var mıydı ki, çalıştıklarımı sıraladım bir bir, “Merhaba! Ben Elif, öğrenciniz Cem Erdemli’nin nişanlısıyım. Askerlik mevzusu için öğrenci belgesi almamız gerekliymiş, kendisi çalışıyor da benden rica etti. Sizden mi alacağım belgeyi?”
“Cem Erdemli! Hangi fakülte?”
“İktisadi İdari Bilimler,”
Kalbim, Allahım kalbim!…
“İsim yabancı geldi, Cem Erdemli!.. Öğrenci numarası nedir?”
Kendi sesim kulaklarımda uğulduyordu, kalbim ağzımda, rol, rol yapmalı… inandırıcı olmalı…
Mümkün olduğunca dramatik görünmeye çalışarak, “Hay Allah, tüh! Bakın onu söylemedi işte. Aman Cem, ta nerden kalkıp geldim, insan numarasını vermez mi, n’olcak şimdi?”
Kadın gülümsedi, “Üzülmeyin canım, soyadından bakalım, sistemde çıkar,” Bir iki tuşa bastı, “Soyadı ne demiştiniz?”
“Ee- Erdemli, Edirne’nin E’si, Rize’nin R’si, Diyarbakır’ın D’si…”
“Yok! Öyle biri yok! Bir yanlışlık olmasın?”
Kaynar sular, başımdan aşağı kaynar sular!
“Emin misiniz, E-R-D-E-M-L-İ, bir daha bakın lütfen,”
“Eminim, bir yanlış anlaşma olmuş sanırım, üzgünüm!”
“..e.. herhalde… te-teşekkürler!”
Birkaç saniye kadar kalakaldım. Kadın bana bakıyordu, ben ona.
“Başka bir şey var mıydı?” dedi.
Yok, mok birşeyler geveleyip çıktım.
Kulaklarım uğulduyordu, haklıymış, annem haklıymış! Peki ya Nuri, finaller, notlar? İlk tanıştığımızda, Mert’le Derya bile demişti, uzatmalı okuyor diye. Daha kaç kişi bu yalanın içindeydi, hepsi mi yalandı? Öylesine kızgındım ki, çenem gerilmiş, dişlerim takırdıyor, bütün bedenim tir tir titriyordu.
Zihnim pazar yeri gibi gürültülü, karman çormandı. Beş dakikada en olmadık senaryolar yazıyor, doğru olduklarına kendimi inandırıyordum. Şizofren miydi? Belki de gerçekten okuduğuna inanıyordu, başka ne olabilirdi ki, yoksa niye hepimize yalan söylesindi? Nuri de hayali bir arkadaştı. Elbette tanıştıramazdı beni, kendisinden başkası göremiyordu ki Nuri’yi. Taşlar yerine mi oturuyordu, yoksa deliriyor muydum? Bütün o tutuk saf halleri, şaşkınlığı, kontrolsüzlüğü. Şizofren, hasta, Cem hastaydı! Hasta mıydı? Allahım, ne yapacaktım ben şimdi? Nasıl kurtulacaktım. Çalıştığım yeri biliyordu, telefon numaramı, evimi. Hemen cep telefonumu çıkarıp sessize aldım. Kimseyle konuşmak istemiyordum, hele Cem’le hiç. Sinirlerim yay gibi gergindi. Bir yerlere kaçıp düşünmek istedim, karınca sürüsü öğrencilerden uzaklaşmak! Yok, boş yer yok! Her yan insan dolu! Bu kahrolası şehrin her metrekaresi insan dolu! Her biri birbirinden yalancı, hileci, hurdacı, insan dolu. Çenem uyuştu. Gözlerimden ateşler fışkırıyordu. Yanımdan geçenler beni süzüyorlardı. Yapışkan bakışlarından kaçıp saklanamıyordum. Göğsümün üzerinde bir el bastırıyordu, demirden, nefes alamıyordum. Ötedeki ağacın altına attım kendimi. Ceketimin cebinden ilacımı çıkarıp iki fıs çektim. Düşüncelerimin serbestçe zihnimde dolanmasına izin verdim. Soğuğa rağmen, oracıkta, ağacın altında, öylece oturdum. Sonra, yavaş yavaş sakinleşmeye başladım. Bir rahatlık geldi üstüme, pelte gibi yayılıp kaldım. Eve gidip yatmak istedim, uyumak, şöyle bir on gün uyumak!
***
Devamı Var!…

Arkası Yarın-Bir Roman Denemesi kategorisine gönderildi | ELİF – Bölüm II için yorumlar kapalı

ELİF – Bölüm I

Spirit of the Seas(Denizlerin Ruhu), Aralık 2009
Atlantik’te seyrediyorduk. Güvertedeydim, deniz seviyesinden belki onbeş metre yüksekte. Gemi, uçsuz bucaksız denizin ortasında, suları yararak, ağır ağır yol alıyordu. Birkaç metre görüş açım vardı, sonrası kör karanlık. İçim ürperdi, şuradan kayıp denize düşsem, bir daha zerreme rastlayamazdı kimse.
Har har har motor sesi, artık kanıksamıştım, durup dinlemedikçe duymuyordum bile. Sallanmak olağandı. Geceleri kafamı yastığa koyunca duyduğum gıcırtılar da.
Pamuk pamuk sis basmıştı her yanı. Suların üzerinde bir o yana bir bu yana dolanıyordu. Ne yıldız vardı, ne ay… Sadece zifiri karanlık. Hafiften bir rüzgar, nemli saçlarımın arasından, ensemi yaladı, geçti. Dudaklarımda deniz tuzu.
Üzerimde kırmızı şifon elbisem, boyundan bağlı, sırtı açık. Etekleri rüzgarla havalanıp bacaklarıma dolanıyordu. Dirseklerimi tırabzanlara dayayarak denize doğru eğildim. Çok yüksek!
Milkyway(Samanyolu) Disko’dan dışarı taşan sesleri geldi kulağıma, hepsi bir ağızdan geri saymaya başladılar, üç, iki, bir ve havai fişekler patladı. Gökyüzü rengarenk, desen desen üzerime yağdı. Bedenim yorgundu, çok yorgun. Neden sonra, onun ayak seslerini duydum, yüreğim tanıdık bir ritimle atmaya başladı.
Oysa çok değil, on ay önce bambaşka bir türküsü vardı hayatımın, peki ya şimdi?
İstanbul, Şubat 2009
Ambar’ın kapısını omuzlarımızla iterek kendimizi sokağa attık. Rock müzik, sigara dumanı, alkol, ter kokusu ve birkaç kahkaha taştı caddeye. Soğuk, tokat gibi yüzümüzde patladı. Taze havayı derin bir nefeste içime çektim, ciğerlerimde bir iki saniye kadar tutup “Poff!” diye saldım. İkimizin de kafası bir dünya, ama Cem benden çok daha beter durumda. Ayakta duracak hali yok. Tutmasam, yüzüstü yere kapaklanacak. Kıkır kıkır gülüyorduk. Neye güldüğümüzü bilmeden, kahkahalarla gülüyorduk. Yenilerden, iri yarı güvenlik görevlisi de pis pis bizi gözetliyordu.
Ağzımda bira ve son içtiğim Winston’un tadı.
Cem birden böğürmeye başladı,
“Ben galba… böööğk!” İçinde ne var ne yoksa barın girişine bıraktı. Güvenlik, ağzının içinde bir şeyler mırıldandı, ana avrat düz gidiyordu, besbelli, “Gençler, yolu kapamayın hadi bakalım, hadi…” Cem kaldırıma çöktü, başını dizlerinin arasından kustuğu yere doğru sarkıttı. Ağzının kenarından ip ip sarkıyordu tükürüğü, yere doğru uzadı, uzadı, inceldiği yerden koparak, dudağının kenarına topaklandı, kaldı. İçinde pütürcükler yüzen sarı baskın bulamaç, taşların arasından yol bulma telaşına girdi. Ekşi ekşi kokusu soğukla çarpışınca buhara kesip, döne döne burnuma dek dayandı. Yüzümü buruşturdum, yerde kıvıl kıvıl kıvranan, pütürlü sarılara bakmamaya çalışarak eğildim, kulağına fısıldadım, “Kalkabilecek misin?”
Hayır anlamında, kafasını iki yana salladı. Güvenlik hala mır mır söyleniyordu, “Öteye oturun, hadi, yolu kapıyorsunuz…” Cem en sonunda bastı küfürü, “Siktir ulan!”
Adamın, soğuktan gerilmiş, pul pul dökülen yanakları kızardı, gözleri kısa bir sevinçle parıldadı. Beklediği de buydu işte, hemen davrandı, “Eeh, çok oldunuz ama,” derken, iki avcuna tükürdü, ellerini ovalayıp, kapüşonlarımızdan kavradığı gibi bizi, birimiz sağında, birimiz solunda, neye uğradığımızı anlamadan iki metre ötede bulduk kendimizi.
Yere kapaklandık.
“Pissicik, seni çok seviyorum,” Cem bana hep pisicik derdi. S’yi hafif bastırarak, tıslar gibi. Hırtlık çıkarırdım, “Kedi miyim ben, ne demek pisicik?” Sevilirken bile güçlü olduğumu bilmek isterdim.
“Pisicik, benim minik sevgilim, demek.”
Cem’in yanında mini mini kalıyordum tabii. O kadar uzun boylu, yapılıydı ki. Aslında minik falan sayılmazdım ben. Babama çekmişim. Çıtı pıtı, narin olmadım hiç. Kendimi bildim bileli geniş omuzlu, uzun boyluyum. Kestane rengi, dalgalı saçlarımı, bronz kahve tenimi ve ela gözlerimi de anneme benzetirlerdi.
Cem çok yakışıklıydı. Hele biraz esmerleşti mi yazları, yanımızdan geçen, döner bir daha bakardı. Bebek surat! Ama, konuşmak, sohbet etmek için değil, sarılmak, sevişmek içindi o. “Elma aldın mı?” desem, “Dolapta enginar var ya,” diye cevap veren cinsten. Teğet değip geçmenin mümkünü yok, düzlemde birbirinden bağımsız iki ışındık biz. Olsun varsın, benim de konuşmaya değil, sarılıp sevişmeye ihtiyacım vardı o sıralar. Onu çalıştığım yerde, Limonlu Bahçe’de görmüştüm ilk. Her akşam geliyor, zom oluyordu, sonra arkadaşları yaka paça alıp götürüyorlardı bizimkini. Başlarda, alkoliğin teki demiştim, meğer bana takmışmış kafayı, açılamıyormuş, ondan içiyormuş her gece. Bizim çocuklar, Mert’le Derya fark etti ilk, “Kızım bu çocuk sana yanık.”
Bir akşam yanaştı yanıma, “Elif!” dedi.
“Ne var?”
“Elif…” dedi yine.
“Ne?”
“Sana bişey diyecem!”
“Söyle,”
“… şey…”
“Ne var Cem, ne söyleyeceksin bana?”
“…şey ben ne söylicemi söyliyemiyorum…” Yine yarı sarhoştu. Elleriyle bol cepli pantolonundan sarkan ipleri buruyor, gözlerini önlüğüme dikmiş, başını kaldıramıyordu.
Güldüm, “Yarın sabah buluşup kahvaltı edelim mi beraber?” dedim. Ağzı kulaklarına vardı, gözleri ışıl ışıl, “Olur!” dedi.
“Saat 11’de, Beşiktaş’ta, Beltaş’ta.”
“Beltaş!” dedi başıyla tamam işareti yaparak.
“Hadi şimdi git ama, bak çalışıyorum,”
Kafasını salladı, çıktı. İşte herşey böyle başladıydı. Fazlaca üstünde düşünmeden, öylesine.
Cem’i yerden kaldırmak için uzandım. Sol kolunu omzumun üstünden atıp elimle elini sımsıkı kavradım. İri bedenini üzerime yaslayarak diğer elimle de kot pantolonunun belindeki kemer biritini yakaladım. Sağa sola yalpalayarak İstiklal’den yukarı yürümeye başladık.
“Eşek ölüsü gibi ağırsın,” dedim.
“Hııı…”
İki üç adım atabildik, sağdaki dükkanın vitrinine yaslandık. Ben bir gayret, asıldım yüke. Üç, dört adım daha… Yandaki apartmanın girişine yuvarlandık bu kez. Meydana çıkabilsek, gerisi kolay. Derin bir nefes aldım, bir, iki, üç, hayda!.. Beş adım daha atıp yere, güm! Cem inledi, “Iıııh!”
“Topla kendini Elif!” Kararlı bir hareketle ayağa fırladım, Cem’e destek verip onu da ayağa kaldırmayı başardım. “Hadi, Cem, gayret et biraz,”
“Iıh!”
Ağır adımlarla meydana doğru yürümeye koyulduk. O iğne atsan yere düşmez cadde boşalmış, bir avuç sarhoş ile evsizden başka kimsecikler kalmamıştı sokaklarda. Cem’in omzumdaki kolunu kendime doğru çevirip saati görmeye çalıştım, sokak lambasının ışığında akrep üç, yelkovan sekizi gösteriyordu, “Eyvah!” dedim.
Cem mırıldandı, “N’oldu?”
“Saat sabahın dördü olmuş nerdeyse, annem vır vır edecek,”
Dememle seslerini duymam bir oldu. Serseriler! Yan yoldan burnumuzun dibine çıkıverdiler. Hiç istifimizi bozmadan yürümeye devam ettik. Durup, arkamızda kaldılar, mahsus. Gözleri üstümüzdeydi, biliyordum. Gülüşmeler, bağrışmalar…Sıcak yapışkan nefesleri ensemde.
“Cem,” dedim sertçe, “kendine gel, yetti!” Artık komik değildi sarhoş hali. İçimde bir öfke mayalanıp kabarıyordu.
“Kendimdeyim,” dedi, ama hala ayakta duramıyor, benden destek alarak yürüyordu.
Grup ne önümüze geçiyor, ne de arayı açacak kadar geride kalıyordu. Islıklar, küfürler… Kızgınım! Cem’in sorumsuzluğuna, kendime, aptallığıma! İstanbul’un tekin olmayan sokaklarına! Serserilere, ayyaşlara… dağa, taşa, ölesiye kızgınım. Dişlerim gıcırdıyor, çenem gerilmiş, takır takır. Gözlerimden alevler fışkırıyordu.
“Yavrum, gel de gösterelim sana, erkek nasıl olurmuş,”
Susmalı, susmak gerek!.. Onun bir delilik yapmasını engellemek için hızlıca, “Duymazdan gelmeli, bunlarla didişmeye kalkarsan daha da musallat ol…,” demeye kalmadan Cem, “Sen kime diyosun, orospu çocuğu,” diye bağırarak beni kenara itti ve arkasına döndü. Ben şaşkınlıktan ağzım açık şekilde, onun bir sağa bir sola yalpalayarak yüzüstü yere kapaklanmasını izledim. Cem’den yana duran, en iri olanı, karnının tam orta yerine tekmeyi basıverdi hemen, sonra bir tane, bir tane daha, hızlıca, ardı ardına. Dört kişiydiler. Gerideki ikisi daha çocuk denecek yaşta. Elebaşı onlardan hiçbiri değildi ama. Ufak tefek, zayıf olandı grubun başı, öndeki. Öylece durmuş, gözlerini dikmiş bana bakıyordu. Ben de ona diktim bakışlarımı. Gruptakiler, bunun ağzından çıkacak sözü kolluyorlardı, besbelli. Ben olduğum yerde donup kalmıştım. Bir an zaman durdu. Tekmeyi atanın koluna dokundu öteki. Bakıştılar, kısa bir kararsızlık anı asılı kaldı havada. Soluk bile almıyordum. Biri dur düğmesine basmıştı da durdurmuştu bizi. Bir tek Cem yerde inliyor, kıvranıyor, hareket ediyordu. Ben gözümü grubun elebaşına dikmiş bekliyordum. O da bana dikti gözlerini. İçimde zerre kadar korku yoktu. Sadece zehir gibi bir öfke. Damarlarımda dolaşıyordu, kor kırmızı, ateşten bir zehir. Meydan okurcasına, gözümü kırpmadan gözlerine bakıyordum. Neden sonra, gözlerini gözlerimden ayırmadan, “Bu mu ulan erkek, bu mu?” dedi burnunun ucuyla yerde kıvranan Cem’i göstererek ve yanımdan yürüyüp geçti. Yanındakiler duraladılar bir an, ne yapacacaklarını bilemediler. Ben ise hala aynı noktada dimdik ayaktaydım. Öndeki ıslık çaldı, “Yürüyün lan,” dedi, diğerleri onu takip etti. Bir süre daha kıpırdayamadım. Arkama dönüp bakamadım. Bu kadar ucuz atlattığımıza inanamadım. Dönecekler! Kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyorlar bizimle. Şimdi dönecekler. Uzaklaşan ayak seslerini dinledim. Dönmediler. Cem ayaklarımın dibinde cenin pozisyonunda karnını tutuyor, inliyordu. Düşerken alnını çarpmış, güzel yüzü kan revan içinde. Zihnimde bir ışık çaktı, çok eskilere gittim bir an, çıplak ayaklarımın dibindeki o, etrafı kan gölü ve mutfak kapısının tuzla buz olmuş cam kırıkları. Kan ve haşlama et kokusu! Fırsat düşkünü göz yaşlarım hücum etti göz pınarlarıma. Gözümü yumdum, açtım. Yerde yatan Cem. Benim güzel sevgilim, şefkate muhtaç, bakılmaya, evirip çevrilmeye… saf sevgilim benim. Ayağımın dibinde. Sorumsuz, ayyaş sevgilim. Bana delicesine aşık ve umutsuzca ilgime aç sevgilim.
Geçen seneydi, 22 yaşındaydım, “Anne, ben bir karar verdim,” ellerini tutarak söylemiştim, diz dizeydik, el ele.
“Neymiş o?”
“Anne ben hazırım, kendimi tarttım, hazırım artık,”
“Neye hazırmışsın?” sesinde inceden bir titreme seziyordum, söyleyeceklerimden korkuyordu bu kadın, yapabileceklerimden.
“Ben bundan sonraki ilk sevgilimle yatacağım,”
“?” Yüzündeki ifade öylece dondu, ağzı hafif aralık, ne desem diye düşündü besbelli, bulamadı…
“Yani, kulağa saçma geliyor, biliyorum, ama artık hazır hissediyorum kendimi. Nasıl olsa bakire olarak evlenmek istemiyorum. İtiraz edeceksin şimdi. Bir kere, hiç sevişmediğim bir adamla niye evleneyim ki? Ee ilk seviştiğim adamla evleneceğimin de garantisi olmadığına göre, artık beklemenin anlamı yok demektir.”
Annem başını iki yana salladı, sustu. Ben böyle doğrudan söylerdim ona herşeyi.
Cem, işte ‘bundan sonraki’ oldu. Onu bilmem ama ben, daha Beltaş’taki kahvaltı esnasında biliyordum sevişeceğimizi. Derya’nın evinde, o işteydi, denedik ilk. Başlarda saçma sapan birşeydi. Uğruna bunca tantana kopan sevişmek dedikleri bu muydu ki? Sonra, onlarda, anneleri yazlıktayken. Bir başka sefer, adada… Üç beş on, sonraları giderek güzelleşti. Sevişmek, yalnızca bayramlarda, özel günlerde oynanan oyunlar gibiydi bizim için. Ya da, dondurmalı, parça çikolatalı brownie… Sıkıcı gerçekliğin içinde, Alice’in Harikalar Diyarı’na açılan kapı. Kitapçılara dalıp, paramız mı yoktu ki, Partnerini Keşfet, Tao’cu Seks, gibi bilimum resimli kitaplardan aşırdıklarımızı denerdik, eğlenirdik. Sanki bir tek biz biliyorduk bu işi, biz yapıyorduk. Öylesine sır dolu, öylesine zevkli.
Çömeldim, elimi uzattım, kulağına fısıldadım, “Hadi, gidiyoruz!” Elimden destek alarak güç bela ayağa kalktı, elimi yarasına götürdüm, kaşının üstünden gözüne sızmaya çalışan bir parça kanı sildim, koluna girdim, meydana doğru yürümeye koyulduk yine. Cem perişan haldeydi, ona kızgın olmamdan korkuyordu. Onu terk edip gitmemden.
“Bitanecim, özür dilerim,” dedi.
Susuyorum.
“Bitanecim, kendimi tutamadım, öyle deyince herifler, tutamadım. Seni korumak istedim, yapamadım,”
“Sorun değil,”
“Emin misin?
“Eminim!”
“O zaman öp beni,” dudaklarını büzdü, eğildi, kısa bir öpücük verdim.
“Öyle değil, öp beni,” dedi,
“Olmaz, şimdi eve gidiyoruz,” dedim.
Eve vardığımda annemi, salondaki kanepeye kıvrılmış uyuklar buldum. Kapı sesini duyunca gözlerini açtı, doğruldu. Yüzüne bakmadan odama gitmek istedim, ama o beni en acıtacak sözleri hazır etmişti, “Babasının kızı!”
Karnıma bıçağı sok, bir uçtan öbürüne çek, enlemesine. Ben yere düşeyim, sen de sırtımı tekmele.
Cevap vermedim. Odama gittim, kapımı kilitledim.
Kapıya geldi, “Aç şunu!”
Sessizlik…
Kapıyı yumrukladı, “Aç dedim Elif,”
Açtım, “Ne var?”
“Sen söyle, ne var? Aptal mısın kızım sen? Aptal mısın?”
“Beni bırak, nefes alamıyorum, rahat bırak beni,”
“Seni bırakayım mı? Asla! Anladın mı? Asla rahat bırakmam seni. Sen yola girene kadar bırakmam. Girsen de bırakmam. Seni o serserilere, ayyaşlara, ahmaklara bırakmam, anladın mı?”
“Serseri ahmak değil o,”
“Serseri, ahmak işte. Ayyaşın teki, işsiz güçsüz, bir baltaya sap olamayanından hem. Gör artık, kolundan tutmuş aşağı çekiyor seni. Yapışmış, çekiyor da çekiyor…”
Kazağımın boynunu çekiştirmeye başladım, “Hııı, hııı…” nefes, biraz nefes… “hııı, hıııı…” ceketimin cebinden ilacımı buldum, ağzıma dayadım.
Annemin yüzü gözü birbirine karışmış, gözleri çukura kaçmış, altında mor halkalar var. Durdu, nefesim düzelene kadar, nefessiz durdu. Sonra çekti beni kendine, sarıldı bana. Saçlarımı okşadı, yüzümü göğsüne bastırdı.
“Anne beni yatırsana,”
“Yatırayım yavrum.”
Pijamalarımı geçirdim üstüme. Annem yorganı açtı, sıcak ve güvenli yatağıma kıvrıldım, o başucumda saçlarımı okşarken, uykunun tatlı kollarına bıraktım kendimi.

Devamı Var!

Arkası Yarın-Bir Roman Denemesi kategorisine gönderildi | ELİF – Bölüm I için yorumlar kapalı

Ev kadını, iş kadını, yok mu bunun bir ortası?

Kelebek köşe yazarlarından Yonca Tokbaş, 13 Eylül 2010 tarihli yazısında “Kararsız kadının tekiyim ben” demiş ve eklemiş:
“Acaba ben çalışmalı mıyım, yoksa basıp istifamı evde oturup hayatımı böööyle çocuklarımla mı geçirmeliyim; hayat zaten boş, neden kendimi sürekli paralıyorum ki?” sorularıyla, “Olur mu hiç Yonca? Saçmalama. Sen bu kadar eğitimi, kariyeri onu-bunu-şunu evde oturmak için mi yaptın? Olmaz, bastır totonu otur kariyer basamaklarında!”

Bayram sonrası ilk iş gününde, Kadıköy-Beşiktaş 8:15 vapur seferim sırasında okuduğum bu satırlar o kadar beni yansıtıyordu ki, gizli gizli sevindim, “oh be, yalnız değilmişim, benim gibi deliler varmış,” dedim.

Evet! İşte itiraf ediyorum, ben de tam 11 senedir, yani üniversite bitip de iş hayatına atıldığım tarihten bu yana aynı kararsızlık içerisindeyim. Bir yanım diyor: “Otur evde, yazı yaz, yoga, meditasyon, reiki yap. Bir daha mı geleceksin dünyaya, bu koşturmaca içinde nereye kadar?” Ancak hemen ardından diğer yanım alıyor sazı eline: “Saçmalama, bu devirde işin gücün var, paranı kazanıyorsun, kendi ayakların üzerinde duruyorsun, hem çalışmak seni zinde tutuyor, üstelik sen başarıyla beslenen birisisin, kır dizini, otur çalış!”

Ancak bu iki teyp o kadar sık dönüp duruyor ki, adeta her an, her saniyeyi kaplayan ezeli ve ebedi bir kararsızlık türküsü çalıyor zihnimde. Ben bu durumdan çok fena sıkıldım ve kendimi bir üst modelimle değiştirmek istiyorum artık.

Bir insan zihni bu kadar hızlı ve yaratıcı biçimde çalışabilir mi, evet çalışır… Kendimden biliyorum, benim zihnim saniyede binbeşyüz fikir üretebiliyor, konu “kurumsal hayattan kurtulmak ve yumuşak seyire geçip hayatın tadını çıkarabilmek” olunca. Ama her bir fikri çürütecek binbeşyüz fikir üretmem de yine tek bir saniyemi alıyor. Sonra yine yeniden aynı terane…

Kısacası, ey Yonca, ben de iflah olmaz bir kararsızım, sen olur da bir gün karar verebilirsen, nolur köşende yazıver de bilelim. Belki domino etkisi yaratır ve bizim gibileri kurtarırsın.

Günlük kategorisine gönderildi | Ev kadını, iş kadını, yok mu bunun bir ortası? için yorumlar kapalı

KİM’İM BEN

Arkadaşımın dürtmesiyle kendime geldim. Zil çalmış, herkes ayaklanmış, ben hala elim çenemin altında, ta kantinin öte ucuna, sana bakıyorum. Yaramazlık yaparken yakalanmış küçük bir çocuk gibi, yanaklarım kızarıyor. “Ne var oğlum, ne ittiriyorsun? Kaçmıyor ya ders, geldik işte,” diyorum.

Arkadaşlar bana Kim der. Asıl adım, Kilim. Annemin kilim dokumaya merak sardığı bir döneme denk gelmiş doğumum, adımı Kilim koymuşlar. Sonrasında, balkabağından lamba oyma kurslarına katıldığını düsündükçe, şükrediyorum Allah’a, vakitli göndermiş beni, diye.

İnsanlara kendimi tanıtmak çok eğlenceli oluyor.
“Selam, ben Kim’im.”
“Bilmem, kimsin?”
“Onu diyorum ya, ben Kim’im, sen kimsin?”
Metafizik, felsefe bilen entel biri olduğuma inanıyorlar daha ilk tanışmada.
“..Hmm… doğru diyorsun aslında… Kimiz biz? Onlar Kim?” deyiveriyorlar,
ben, “Yine mi? Çattık yahu!..”

Derste hep sana bakıyorum, anlaşılacak diye ödüm kopuyor ama tutamıyorum kendimi, ne yapayım. Saçlarını bağlayıp zarif bir atkuyruğu yapıyorsun. Beline doğru kıvrılarak inen siyah bir şal saçların. O kadar narinsin ki. Bir filmde ağır çekim hareket eden esas kadın gibisin. Senden gayrı herşey silik, karışık, puslu. Sen ağır ağır dönüyorsun, bakıyorsun arkana, gülüyorsun. Kocaman bir gülüşün var, büyücek bir ağzın, düzgün iri dişlerin.

“Kim?” diyorsun.
“Efendim?”
“Sence ben güzel miyim?”
Gözlerimi kaçırıyorum senden. Çünkü çok akıllısın, anlarsın hemen ne düşündüğümü, biliyorum. Bir küfür savuruyorum lanet spor ayakkabıma, eğilip bağlarmış gibi yapıyorum. Sen yukardan bana bakıyorsun. Bana yukardan bakıyorsun. Hakkın da var, kimim ki ben?
Beyaz çorapların dize kadar çekili. Eteğinin belini kıvırmışsın iki kat, öbür kızlar gibi. Kızlar, tek derdiniz beğenilmek, baştan çıkarmak ve terk edip gitmek sonra, yüzüstü.

Gülüşün, kahkahan, konuşman bile şakır gibi. Sesinin tonu insanın içini gıcıklıyor. Pürüzsüz bir tenin var, bembeyaz, dupduru. İnsan sana bakınca elini uzatıp dokunmak istiyor, gerçekliğine inanabilmek için. Ve kokun… Yazları kırlarda biten sarı çiçekli yaban otları gibi, ılık ılık.

Sürekli diyettesin. İnce belini koruman gerektiğine inandırılmışsın bir kere. Elinden düşürmüyorsun sunta parçası diyet bisküvilerini. Yine de, biçimli iri kalçaların, dolgun bacakların var, aklıma muzır fikirler veren.

Herkes sana bakıyor. Sen de bunu bal gibi biliyorsun. O yüzden nefret ediyorum senden. Ama sonra, bazen, gelip bana gülümsüyorsun içten “Günaydın Kim, bugün nasılsın bakalım?” diyorsun. Ellerimi avuçlarının içine alıyorsun. Titriyor ellerim. Ödüm kopuyor anlayacaksın diye. Sen, “Ellerin çatlamış soğuktan, krem sürmen lazım. Biraz kendine bak kuzum” diyor, çantandan el kremini çıkarıp bana uzatıyorsun. Utanıp çekiyorum ellerimi. Aptal bir şaka patlatıp umursamaz görünmek istiyorum. “Ben işçi çocuğuyum kızım, ellerim pamuk gibi görünürse ihanet etmiş olmaz mıyım yoldaşlarıma?” diyorum. Gülüyorsun, “ Kim, boşver bunları. Unutma ki bir kadın her daim bakımlı ve hoş görünmeli” diyorsun. Ben seni duymazdan geliyorum. Karnıma bir ağrı giriyor aniden. Bir makas alıyorum yanağından, dönüp gidiyorum.

Umutsuzca sana ulaşmanın bir yolunu arıyorum. Bir gün, bir oğlana kapılıp gideceksin diye ödüm kopuyor. Düşünmek bunu, felaketim oluyor, atıyorum kendimi yola, hızlı adımlarla yürüyorum, soğuk rüzgara karşı, ellerim montumun cebinde. Aklımda sen, fikrimde sen olduğu halde.

Hikayeler kategorisine gönderildi | KİM’İM BEN için yorumlar kapalı

DİLBER’İN DÜŞÜ

Sabah ayaza kesmiş. Kadın, baba yadigarı ahşap konağın yosun tutmuş merdivenlerinden arnavut kaldırımı dar sokağa indi. Kıvrıla kıvrıla tepeye dek çıkan bu dar yolun iki yanında, kendi evleri gibi zamana meydan okuyabilmiş birkaç eski konak daha vardı. Ama birçokları da yıkılmış, yerine şu karşıki Yenipalas Apartmanı gibi, çok katlı, zevksiz binalar dikilmişti.
Dilber, trençkotunun yakalarını havaya dikip, beyaz beresini kulaklarına kadar indirdi. Yenipalas’ın kapıcısı Ziya Efendi, namahreme göz değdirmem, edasıyla başını yere eğerekten Dilber’e selam verdi: “Günaydın abla!”
“Günaydın Ziya Efendi. Senin hanıma deyiver, en geç öğlen 12’de uğrasın bize, olmaz mı? Annemin ilaçlarını komodinin üstüne koydum. Ama önce, en azından iki kaşık çorba içsin. Aç karnına ilaç aldı mı midesine dokunuyor. Ha bir de, Zekiye’nin haftalığını yemek masasının üzerine bıraktım, hatırlat çıkarken onu da alsın.”
“Sağ olasın abla, derim ben. Senin gözün arkada kalmasın. Komşuyuz şurda, büyükhanım ‘A’ dese duyar koşarız, sen meraklanma.”
Dilber belli belirsiz gülümsedi. Ziya’ya arkasını dönüp sol yanına, konağın alt katında oturan kiracıları yazar Emin’in yarı aralık penceresine kaçamak bir bakış attı ve yokuş aşağı yürümeye başladı. Emin’in ne yazdığını bilen yoktu. Adam kimseyle muhattap olmaz, gerekmedikçe evinden çıkmazdı. Köpeğiyle tek başına yaşıyordu. Sessiz, kendi halinde. Kirayı aksatmadığına göre, biryerlere birşeyler yazıyor olsa gerekti. Dilber, etrafını sarmış onca, çok konuşan, her söze ben diye başlayan, kendine aşık adamdan sonra Emin’in garip suskunluğu ile huzur buluyor ve hatta bu ona çekici geliyordu. Aynı evde oturmalarına karşın adamı o kadar az görüyordu ki, her ay bankaya yatan kira da olmasa, onun gizlice taşınıp gitmiş olduğuna inanabilirdi.
Sekiz koca yıl! Dilber’in annesi tam sekiz yıldır hasta yatıyordu. Geceleri, yandaki odadan inlemeleri duyuluyordu. Babadan kalma bu yaşlı konak gibi, anası da direniyordu zamana. Güçsüz kollarını, bacaklarını dolamış, gevşekçe de olsa sarılıyordu yaşama. Koca yatakta bir damla. Örtülerin altında minik bir tümsek. Silik ve sessiz, nefes alıyor, nefes veriyor. Başlarda bir umuda tutunuyor, yaşayıp gidiyordu Dilber. İyileşecek! Kalkacak ayağa! Yıllar geçtikçe, umutları da eridi gitti, yattığı yerde solan, küçülüp kaybolan annesi gibi.
Sabahları erkenden kalkıp, yüzünü bile yıkamadan annesinin odasına varır, altındaki sürgüyü boşaltır, yıkayıp paklardı yaşlı kadını. Odası hasta kokardı, hastalık kokardı, sarı sarı. Üstüne sindiğini hissederdi Dilber, bu ekşi kokunun, kıyafetlerine, saçına başına, etine kemiğine. Öyle yıkanmakla kurtulunmazdı bu kokudan. Kaynar sular, gül kokulu sabunlar bana mısın demezdi! Genç kadın insanlara yaklaşmaktan çekinir olmuştu artık.
Son senelerde, yorgun argın yattı mı yatağa, ellerini göğsünde birleştirip “Allahım!” diye başladı mı duaya, korkunç istekler geliveriyordu dilinin ucuna. Bir insan hiç “Al canını da ya Rab, o da kurtulsun ben de” diye dua eder miydi, edebilir miydi, hasta annesi için. Dilber ediyordu. Kendinden tiksiniyordu ama, ediyordu işte. Rüyalarında hasta annesi yatakta küçülüp kayboluyor, yandaki odada Dilber, yazar Emin ile kendinden geçiyordu. Ter kokusu, aşk kokusu, hastalık kokusu… Hepsi birbirine karışıyor, Emin ile Dilber’in inlemeleri sokaktan bile duyuluyordu. Dilber’in yüreği vicdan azabıyla sıkışıp kalınca, zavallı kadın elini uzatıyor, geniş omuzlarıyla üstüne abanmış Emin’i güç bela öte yana itip “Bbaaaahh!” diye bir çığlıkla uyanıyordu. Yandaki odadan hasta annesinin inlemeleri duyuluyordu. Ağlamıyordu, ağlayamıyordu! Ağlasa rahatlayacaktı belki, ama Dilber senelerdir ağlamıyordu.
Bazı akşamlar, iş dönüşü garip bir umuda kapılırdı. Kendine itiraf etmekten bile çekindiği pis bir umut. Ya ben işteyken ona birşey olduysa? Ya bıraktıysa tutunmayı hayata? Sonra derin bir vicdan azabı, kendinden iğrenme ve yine o pis kokuyu hissederdi. Sağına soluna bakınırdı, kokuyu alıp ta yüzünü ekşiten, başını ondan öte yana çeviren var mıydı acaba? Ağlamak isterdi, ya da bir tokat vurmak yüzüne. Bağırırdı içinden: “Aptal, kapa çeneni, seni bencil, seni aptal!”
O akşam da yine iş dönüşü otobüste, aynı umudun kırıntılarına rast geldi yüreğinde. Nefesi hızlandı. Garip, kısa bir sevinç yaşadı, bir kaç saniyelik. Sonra ter boşandı koltuk altlarından. Dayanamadı bir durak daha, iniverdi otobüsten. Hızlı adımlarla yol boyu yürüdü eve doğru. Yokuşun başına gelince bir an durakladı. Asırlık çınardan destek aldı, soluklandı ve tırmanmaya başladı, kıvrıla kıvrıla tepeye dek çıkan dar yolu. Köşeyi dönünce bir gürültü, bir kalabalık. Evlerinin önünde duran ambulansın dönüp duran ışıkları. Ağlamalar, vah vahlar. Başı dönüyordu. Kusacak gibi oldu. “Ben öldürdüm onu, benim yüzümden oldu!” dedi. Adımları hızlandı, “Ben öldürdüm onu, benim yüzümden oldu!” Elinden çantasını attı, bağırarak koşmaya başladı, ağlıyordu, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu, “Ben öldürdüm onu, benim yüzümden oldu”. Saçı başı dağılmıştı. Birisi omuzlarından tuttu. Sarsmaya başladı kadını. Dilber’in gözyaşları sel olmuştu. “Annem, anneciğim, affet beni, affet…” diyor, başka birşey demiyordu. Sonra yanağında ani bir acı ile kendine geldi.
Emin Dilber’i omuzlarından tutmuş, sarsmak fayda etmeyince, basmıştı tokadı. Kadın aniden bağırmayı kesmiş, hortlak görmüş gibi Emin’e dikmişti gözlerini.
“İyi misiniz? Annenizin birşeyi yok. Ziya Efendi.. bir kaza geçirdi. Motorsikletli bir çocuk çarpmış adamcağıza. Hastaneye kaldırıyorlar. Önemli birşey değil. Sanırım bacağı kırılmış. Siz de kendinize gelin lütfen. Böyle anlamadan dinlemeden…”
Dilber öylece kalakaldı. Kaldırıma çöktü ve gülmeye başladı. Sesli sesli, kahkahalarla güldü, güldü. Emin, kadıncağızın bir çeşit şok geçirdiğini düşünmüş olacak ki, evden bir bardak su, bulabilirse kolonya getirmek için yeltendi. Köpeği Kont Dilber’i kokladı uzun uzun. Sonra, kadının kaldırım taşına dayanmış elini yalamaya başladı. Dilber derin bir nefes aldı. Kendisini uzun zamandır bu kadar iyi hissetmemişti. Kont’un kahverengi başını okşadı ve “Teşekkürler,” dedi fısıltıyla, “teşekkürler…”

Hikayeler kategorisine gönderildi | DİLBER’İN DÜŞÜ için yorumlar kapalı

KESMEZSEN UÇAMAZSIN

Bugün doğumgünüm. İşten çıktım, hava çoktan kararmış. Siyah paltomun yakasını kaldırdım, soğuk. Yorgunum. Eve gitmek ve pijamalarımı giyip, kanepede pineklemek istiyorum. Vapur kalktı, kalkacak. Son yetişen benim. Son vapuru yakaladım, yaşasın, dedim içimden. Yoksa sesli mi söyledim? Bilmiyorum.
Son vapur. Gülüyorum kendi kendime. Otuzdokuza giriyorum bugün. Benim için son vapur kaldı mı? En sevdiğim yer boş, hayret… Çay ocağının yanındaki masalardan birinde, tek boş sandalyeye oturuyorum. Çaycı çay getiriyor. “Şeker istemez” diyorum, yine de veriyor. Omuzlarım, bütün gün oturmaktan kasılmış. Biraz da kırıklık var üstümde. Nasıl da yorgunum. Hani o, kimseye rastlamayayım, kimse beni görmesin, günlerimden birisi. Çayımdan bir yudum alıyorum. Tadı saman gibi, yine de içiyorum, alışkanlık. “Öff!” Kitabımı çıkarıyorum, iki satır okuyamadan kapatıp geri çantama koyuyorum. Otuzdokuz!.. Yaşımı gösteriyor muyum? Vapurun camından yansıyan görüntüme bakıyorum. Saçım başım ne dağınık. Elimle şöyle bir toparlayım diyorum, daha beter oluyor. Karşımda oturan adam, gazetesinden başını kaldırıp bana bakıyor. Gülümsüyorum, ne aptalım, niye gülümsedim ki şimdi elin adamına, durduk yere. Aslında, dokuz yıldır aynı vapura biniyor, aynı işe gidiyorum. Artık vapurlarda simalar tanıdık. Hepsi benim yol arkadaşlarım. İsimlerini, işlerini güçlerini bilmem ama, kiminin telefon konuşmasına, kiminin sohbetine kulak misafiri olmuşluğum var. Olmadık hikayelerini bilirim, bilirim de yine tanımazdan gelirim, selam vermem. Bugün elin adamına selam veresim tuttu. Adam baktı, baktı, sonra kafasını gazetesine gömüverdi, gerisin geri. Ne utanç verici. Kimbilir ne düşündü hakkımda.
Ah, ne çabuk geçiveriyor yıllar. Hepsi birbirinin aynı. Koşturmaca, telaş. Ne kaldı geriye elimde? Koca bir hiç. Ne oldu da böyle oldum ben. Böyle, sıkıcı bir yetişkin. Nerdeyse yaşlı bir teyze. Üstelik hep korkak atmışım adımlarımı. Güven, güvence peşinde koşarken maceradan olmuşum, heyecandan, tutkudan…
Simon’un giderken söylediği hep aklımda, “Sen aslında uçmaya hazır bir balonsun, Zeynep. Hep istediğin gibi, maceraya, keşife, bilinmeze… Ama, korku ve endişe halatlarıyla yere sımsıkı bağlamışsın kendini. Kesmezsen uçamazsın, unutma, kesmezsen uçamazsın!”
Annem anlatırdı, ben beşmişim, ablam yedi. Bizimkiler toymuş herhal, kalabalık semt pazarının orta yerinde bırakırlarmış bizi, bir tezgahın ardına saklanıp izlerlermiş. Biz bağrışırmışız, “Anne, baba, anne…” Sonra ben nefesimi tutarmışım, gözlerimi kocaman açar, korkudan soluk bile alamazmışım. Bizimkiler koşturup gelirlermiş, “Vah yavrum, burdayız bak.” Bir çeşit ego olsa gerek, analık-babalık egosu. Bizim onlara böylesi mecbur olmamız gururlarını okşarmış. Gençlik işte.
Kendimi bildim bileli, gitmeyi düşlerim. Gitmek, görmek, gezmek. Önce, o hiç kullanmadığımız yolları, sokakları merak ettim çocukken. Keşke gitsem, gitsem, gitsem ama dönmek istediğimde de evin yolunu bilsem, derdim. Bir çözüm de bulmuştum aslında. Ben önde yürüyecektim, annemler arkada. Ruhum maceracıydı ama, bir yanım işte hep böyle korkak kaldı, güven aradı. Bana kalırsa, bizimkilerin bu küçük semt pazarı oyunudur nedeni.
Simon’a “evet” diyemeyişimin sebebi de içimdeki korkak çocuk muydu ki? İzbe bir otel odasında, dağınık yatağın içinde, kolunu boynuma dolamış, yüzünü yüzüme gömmüş, fısıltıyla söyleyivermişti: “Benimle gel!” Nasıl da titremişti tüm bedenim. Bir sıcaklık yayılmıştı, nefesinin değdiği yerden en ücra köşelerime. Ağzımdan bir tek sözcük çıkmamıştı ya, dönüp ona sarılmıştım sımsıkı. Aldığım nefesi vermekten ürkmüştüm, ya bir nefes gibi kayıp gidiverirse an? Nitekim kayıp gitti ellerimden. Korkak ben.
Kesmezsen uçamazsın!
Vapur iskeleye çarptı sertçe. Yolcular sarsıldı. Ayağa kalktım. Karşımda oturan adamla göz göze geldim yine. Bu sefer önce ben kaçırdım gözlerimi. Camdaki aksime takıldı yine gözüm. Elimi saçlarıma götürdüm. Kessem mi ki acaba, dedim içimden, yakışır mı bana?..

Hikayeler kategorisine gönderildi | KESMEZSEN UÇAMAZSIN için yorumlar kapalı