ELİF – Bölüm I

Spirit of the Seas(Denizlerin Ruhu), Aralık 2009
Atlantik’te seyrediyorduk. Güvertedeydim, deniz seviyesinden belki onbeş metre yüksekte. Gemi, uçsuz bucaksız denizin ortasında, suları yararak, ağır ağır yol alıyordu. Birkaç metre görüş açım vardı, sonrası kör karanlık. İçim ürperdi, şuradan kayıp denize düşsem, bir daha zerreme rastlayamazdı kimse.
Har har har motor sesi, artık kanıksamıştım, durup dinlemedikçe duymuyordum bile. Sallanmak olağandı. Geceleri kafamı yastığa koyunca duyduğum gıcırtılar da.
Pamuk pamuk sis basmıştı her yanı. Suların üzerinde bir o yana bir bu yana dolanıyordu. Ne yıldız vardı, ne ay… Sadece zifiri karanlık. Hafiften bir rüzgar, nemli saçlarımın arasından, ensemi yaladı, geçti. Dudaklarımda deniz tuzu.
Üzerimde kırmızı şifon elbisem, boyundan bağlı, sırtı açık. Etekleri rüzgarla havalanıp bacaklarıma dolanıyordu. Dirseklerimi tırabzanlara dayayarak denize doğru eğildim. Çok yüksek!
Milkyway(Samanyolu) Disko’dan dışarı taşan sesleri geldi kulağıma, hepsi bir ağızdan geri saymaya başladılar, üç, iki, bir ve havai fişekler patladı. Gökyüzü rengarenk, desen desen üzerime yağdı. Bedenim yorgundu, çok yorgun. Neden sonra, onun ayak seslerini duydum, yüreğim tanıdık bir ritimle atmaya başladı.
Oysa çok değil, on ay önce bambaşka bir türküsü vardı hayatımın, peki ya şimdi?
İstanbul, Şubat 2009
Ambar’ın kapısını omuzlarımızla iterek kendimizi sokağa attık. Rock müzik, sigara dumanı, alkol, ter kokusu ve birkaç kahkaha taştı caddeye. Soğuk, tokat gibi yüzümüzde patladı. Taze havayı derin bir nefeste içime çektim, ciğerlerimde bir iki saniye kadar tutup “Poff!” diye saldım. İkimizin de kafası bir dünya, ama Cem benden çok daha beter durumda. Ayakta duracak hali yok. Tutmasam, yüzüstü yere kapaklanacak. Kıkır kıkır gülüyorduk. Neye güldüğümüzü bilmeden, kahkahalarla gülüyorduk. Yenilerden, iri yarı güvenlik görevlisi de pis pis bizi gözetliyordu.
Ağzımda bira ve son içtiğim Winston’un tadı.
Cem birden böğürmeye başladı,
“Ben galba… böööğk!” İçinde ne var ne yoksa barın girişine bıraktı. Güvenlik, ağzının içinde bir şeyler mırıldandı, ana avrat düz gidiyordu, besbelli, “Gençler, yolu kapamayın hadi bakalım, hadi…” Cem kaldırıma çöktü, başını dizlerinin arasından kustuğu yere doğru sarkıttı. Ağzının kenarından ip ip sarkıyordu tükürüğü, yere doğru uzadı, uzadı, inceldiği yerden koparak, dudağının kenarına topaklandı, kaldı. İçinde pütürcükler yüzen sarı baskın bulamaç, taşların arasından yol bulma telaşına girdi. Ekşi ekşi kokusu soğukla çarpışınca buhara kesip, döne döne burnuma dek dayandı. Yüzümü buruşturdum, yerde kıvıl kıvıl kıvranan, pütürlü sarılara bakmamaya çalışarak eğildim, kulağına fısıldadım, “Kalkabilecek misin?”
Hayır anlamında, kafasını iki yana salladı. Güvenlik hala mır mır söyleniyordu, “Öteye oturun, hadi, yolu kapıyorsunuz…” Cem en sonunda bastı küfürü, “Siktir ulan!”
Adamın, soğuktan gerilmiş, pul pul dökülen yanakları kızardı, gözleri kısa bir sevinçle parıldadı. Beklediği de buydu işte, hemen davrandı, “Eeh, çok oldunuz ama,” derken, iki avcuna tükürdü, ellerini ovalayıp, kapüşonlarımızdan kavradığı gibi bizi, birimiz sağında, birimiz solunda, neye uğradığımızı anlamadan iki metre ötede bulduk kendimizi.
Yere kapaklandık.
“Pissicik, seni çok seviyorum,” Cem bana hep pisicik derdi. S’yi hafif bastırarak, tıslar gibi. Hırtlık çıkarırdım, “Kedi miyim ben, ne demek pisicik?” Sevilirken bile güçlü olduğumu bilmek isterdim.
“Pisicik, benim minik sevgilim, demek.”
Cem’in yanında mini mini kalıyordum tabii. O kadar uzun boylu, yapılıydı ki. Aslında minik falan sayılmazdım ben. Babama çekmişim. Çıtı pıtı, narin olmadım hiç. Kendimi bildim bileli geniş omuzlu, uzun boyluyum. Kestane rengi, dalgalı saçlarımı, bronz kahve tenimi ve ela gözlerimi de anneme benzetirlerdi.
Cem çok yakışıklıydı. Hele biraz esmerleşti mi yazları, yanımızdan geçen, döner bir daha bakardı. Bebek surat! Ama, konuşmak, sohbet etmek için değil, sarılmak, sevişmek içindi o. “Elma aldın mı?” desem, “Dolapta enginar var ya,” diye cevap veren cinsten. Teğet değip geçmenin mümkünü yok, düzlemde birbirinden bağımsız iki ışındık biz. Olsun varsın, benim de konuşmaya değil, sarılıp sevişmeye ihtiyacım vardı o sıralar. Onu çalıştığım yerde, Limonlu Bahçe’de görmüştüm ilk. Her akşam geliyor, zom oluyordu, sonra arkadaşları yaka paça alıp götürüyorlardı bizimkini. Başlarda, alkoliğin teki demiştim, meğer bana takmışmış kafayı, açılamıyormuş, ondan içiyormuş her gece. Bizim çocuklar, Mert’le Derya fark etti ilk, “Kızım bu çocuk sana yanık.”
Bir akşam yanaştı yanıma, “Elif!” dedi.
“Ne var?”
“Elif…” dedi yine.
“Ne?”
“Sana bişey diyecem!”
“Söyle,”
“… şey…”
“Ne var Cem, ne söyleyeceksin bana?”
“…şey ben ne söylicemi söyliyemiyorum…” Yine yarı sarhoştu. Elleriyle bol cepli pantolonundan sarkan ipleri buruyor, gözlerini önlüğüme dikmiş, başını kaldıramıyordu.
Güldüm, “Yarın sabah buluşup kahvaltı edelim mi beraber?” dedim. Ağzı kulaklarına vardı, gözleri ışıl ışıl, “Olur!” dedi.
“Saat 11’de, Beşiktaş’ta, Beltaş’ta.”
“Beltaş!” dedi başıyla tamam işareti yaparak.
“Hadi şimdi git ama, bak çalışıyorum,”
Kafasını salladı, çıktı. İşte herşey böyle başladıydı. Fazlaca üstünde düşünmeden, öylesine.
Cem’i yerden kaldırmak için uzandım. Sol kolunu omzumun üstünden atıp elimle elini sımsıkı kavradım. İri bedenini üzerime yaslayarak diğer elimle de kot pantolonunun belindeki kemer biritini yakaladım. Sağa sola yalpalayarak İstiklal’den yukarı yürümeye başladık.
“Eşek ölüsü gibi ağırsın,” dedim.
“Hııı…”
İki üç adım atabildik, sağdaki dükkanın vitrinine yaslandık. Ben bir gayret, asıldım yüke. Üç, dört adım daha… Yandaki apartmanın girişine yuvarlandık bu kez. Meydana çıkabilsek, gerisi kolay. Derin bir nefes aldım, bir, iki, üç, hayda!.. Beş adım daha atıp yere, güm! Cem inledi, “Iıııh!”
“Topla kendini Elif!” Kararlı bir hareketle ayağa fırladım, Cem’e destek verip onu da ayağa kaldırmayı başardım. “Hadi, Cem, gayret et biraz,”
“Iıh!”
Ağır adımlarla meydana doğru yürümeye koyulduk. O iğne atsan yere düşmez cadde boşalmış, bir avuç sarhoş ile evsizden başka kimsecikler kalmamıştı sokaklarda. Cem’in omzumdaki kolunu kendime doğru çevirip saati görmeye çalıştım, sokak lambasının ışığında akrep üç, yelkovan sekizi gösteriyordu, “Eyvah!” dedim.
Cem mırıldandı, “N’oldu?”
“Saat sabahın dördü olmuş nerdeyse, annem vır vır edecek,”
Dememle seslerini duymam bir oldu. Serseriler! Yan yoldan burnumuzun dibine çıkıverdiler. Hiç istifimizi bozmadan yürümeye devam ettik. Durup, arkamızda kaldılar, mahsus. Gözleri üstümüzdeydi, biliyordum. Gülüşmeler, bağrışmalar…Sıcak yapışkan nefesleri ensemde.
“Cem,” dedim sertçe, “kendine gel, yetti!” Artık komik değildi sarhoş hali. İçimde bir öfke mayalanıp kabarıyordu.
“Kendimdeyim,” dedi, ama hala ayakta duramıyor, benden destek alarak yürüyordu.
Grup ne önümüze geçiyor, ne de arayı açacak kadar geride kalıyordu. Islıklar, küfürler… Kızgınım! Cem’in sorumsuzluğuna, kendime, aptallığıma! İstanbul’un tekin olmayan sokaklarına! Serserilere, ayyaşlara… dağa, taşa, ölesiye kızgınım. Dişlerim gıcırdıyor, çenem gerilmiş, takır takır. Gözlerimden alevler fışkırıyordu.
“Yavrum, gel de gösterelim sana, erkek nasıl olurmuş,”
Susmalı, susmak gerek!.. Onun bir delilik yapmasını engellemek için hızlıca, “Duymazdan gelmeli, bunlarla didişmeye kalkarsan daha da musallat ol…,” demeye kalmadan Cem, “Sen kime diyosun, orospu çocuğu,” diye bağırarak beni kenara itti ve arkasına döndü. Ben şaşkınlıktan ağzım açık şekilde, onun bir sağa bir sola yalpalayarak yüzüstü yere kapaklanmasını izledim. Cem’den yana duran, en iri olanı, karnının tam orta yerine tekmeyi basıverdi hemen, sonra bir tane, bir tane daha, hızlıca, ardı ardına. Dört kişiydiler. Gerideki ikisi daha çocuk denecek yaşta. Elebaşı onlardan hiçbiri değildi ama. Ufak tefek, zayıf olandı grubun başı, öndeki. Öylece durmuş, gözlerini dikmiş bana bakıyordu. Ben de ona diktim bakışlarımı. Gruptakiler, bunun ağzından çıkacak sözü kolluyorlardı, besbelli. Ben olduğum yerde donup kalmıştım. Bir an zaman durdu. Tekmeyi atanın koluna dokundu öteki. Bakıştılar, kısa bir kararsızlık anı asılı kaldı havada. Soluk bile almıyordum. Biri dur düğmesine basmıştı da durdurmuştu bizi. Bir tek Cem yerde inliyor, kıvranıyor, hareket ediyordu. Ben gözümü grubun elebaşına dikmiş bekliyordum. O da bana dikti gözlerini. İçimde zerre kadar korku yoktu. Sadece zehir gibi bir öfke. Damarlarımda dolaşıyordu, kor kırmızı, ateşten bir zehir. Meydan okurcasına, gözümü kırpmadan gözlerine bakıyordum. Neden sonra, gözlerini gözlerimden ayırmadan, “Bu mu ulan erkek, bu mu?” dedi burnunun ucuyla yerde kıvranan Cem’i göstererek ve yanımdan yürüyüp geçti. Yanındakiler duraladılar bir an, ne yapacacaklarını bilemediler. Ben ise hala aynı noktada dimdik ayaktaydım. Öndeki ıslık çaldı, “Yürüyün lan,” dedi, diğerleri onu takip etti. Bir süre daha kıpırdayamadım. Arkama dönüp bakamadım. Bu kadar ucuz atlattığımıza inanamadım. Dönecekler! Kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyorlar bizimle. Şimdi dönecekler. Uzaklaşan ayak seslerini dinledim. Dönmediler. Cem ayaklarımın dibinde cenin pozisyonunda karnını tutuyor, inliyordu. Düşerken alnını çarpmış, güzel yüzü kan revan içinde. Zihnimde bir ışık çaktı, çok eskilere gittim bir an, çıplak ayaklarımın dibindeki o, etrafı kan gölü ve mutfak kapısının tuzla buz olmuş cam kırıkları. Kan ve haşlama et kokusu! Fırsat düşkünü göz yaşlarım hücum etti göz pınarlarıma. Gözümü yumdum, açtım. Yerde yatan Cem. Benim güzel sevgilim, şefkate muhtaç, bakılmaya, evirip çevrilmeye… saf sevgilim benim. Ayağımın dibinde. Sorumsuz, ayyaş sevgilim. Bana delicesine aşık ve umutsuzca ilgime aç sevgilim.
Geçen seneydi, 22 yaşındaydım, “Anne, ben bir karar verdim,” ellerini tutarak söylemiştim, diz dizeydik, el ele.
“Neymiş o?”
“Anne ben hazırım, kendimi tarttım, hazırım artık,”
“Neye hazırmışsın?” sesinde inceden bir titreme seziyordum, söyleyeceklerimden korkuyordu bu kadın, yapabileceklerimden.
“Ben bundan sonraki ilk sevgilimle yatacağım,”
“?” Yüzündeki ifade öylece dondu, ağzı hafif aralık, ne desem diye düşündü besbelli, bulamadı…
“Yani, kulağa saçma geliyor, biliyorum, ama artık hazır hissediyorum kendimi. Nasıl olsa bakire olarak evlenmek istemiyorum. İtiraz edeceksin şimdi. Bir kere, hiç sevişmediğim bir adamla niye evleneyim ki? Ee ilk seviştiğim adamla evleneceğimin de garantisi olmadığına göre, artık beklemenin anlamı yok demektir.”
Annem başını iki yana salladı, sustu. Ben böyle doğrudan söylerdim ona herşeyi.
Cem, işte ‘bundan sonraki’ oldu. Onu bilmem ama ben, daha Beltaş’taki kahvaltı esnasında biliyordum sevişeceğimizi. Derya’nın evinde, o işteydi, denedik ilk. Başlarda saçma sapan birşeydi. Uğruna bunca tantana kopan sevişmek dedikleri bu muydu ki? Sonra, onlarda, anneleri yazlıktayken. Bir başka sefer, adada… Üç beş on, sonraları giderek güzelleşti. Sevişmek, yalnızca bayramlarda, özel günlerde oynanan oyunlar gibiydi bizim için. Ya da, dondurmalı, parça çikolatalı brownie… Sıkıcı gerçekliğin içinde, Alice’in Harikalar Diyarı’na açılan kapı. Kitapçılara dalıp, paramız mı yoktu ki, Partnerini Keşfet, Tao’cu Seks, gibi bilimum resimli kitaplardan aşırdıklarımızı denerdik, eğlenirdik. Sanki bir tek biz biliyorduk bu işi, biz yapıyorduk. Öylesine sır dolu, öylesine zevkli.
Çömeldim, elimi uzattım, kulağına fısıldadım, “Hadi, gidiyoruz!” Elimden destek alarak güç bela ayağa kalktı, elimi yarasına götürdüm, kaşının üstünden gözüne sızmaya çalışan bir parça kanı sildim, koluna girdim, meydana doğru yürümeye koyulduk yine. Cem perişan haldeydi, ona kızgın olmamdan korkuyordu. Onu terk edip gitmemden.
“Bitanecim, özür dilerim,” dedi.
Susuyorum.
“Bitanecim, kendimi tutamadım, öyle deyince herifler, tutamadım. Seni korumak istedim, yapamadım,”
“Sorun değil,”
“Emin misin?
“Eminim!”
“O zaman öp beni,” dudaklarını büzdü, eğildi, kısa bir öpücük verdim.
“Öyle değil, öp beni,” dedi,
“Olmaz, şimdi eve gidiyoruz,” dedim.
Eve vardığımda annemi, salondaki kanepeye kıvrılmış uyuklar buldum. Kapı sesini duyunca gözlerini açtı, doğruldu. Yüzüne bakmadan odama gitmek istedim, ama o beni en acıtacak sözleri hazır etmişti, “Babasının kızı!”
Karnıma bıçağı sok, bir uçtan öbürüne çek, enlemesine. Ben yere düşeyim, sen de sırtımı tekmele.
Cevap vermedim. Odama gittim, kapımı kilitledim.
Kapıya geldi, “Aç şunu!”
Sessizlik…
Kapıyı yumrukladı, “Aç dedim Elif,”
Açtım, “Ne var?”
“Sen söyle, ne var? Aptal mısın kızım sen? Aptal mısın?”
“Beni bırak, nefes alamıyorum, rahat bırak beni,”
“Seni bırakayım mı? Asla! Anladın mı? Asla rahat bırakmam seni. Sen yola girene kadar bırakmam. Girsen de bırakmam. Seni o serserilere, ayyaşlara, ahmaklara bırakmam, anladın mı?”
“Serseri ahmak değil o,”
“Serseri, ahmak işte. Ayyaşın teki, işsiz güçsüz, bir baltaya sap olamayanından hem. Gör artık, kolundan tutmuş aşağı çekiyor seni. Yapışmış, çekiyor da çekiyor…”
Kazağımın boynunu çekiştirmeye başladım, “Hııı, hııı…” nefes, biraz nefes… “hııı, hıııı…” ceketimin cebinden ilacımı buldum, ağzıma dayadım.
Annemin yüzü gözü birbirine karışmış, gözleri çukura kaçmış, altında mor halkalar var. Durdu, nefesim düzelene kadar, nefessiz durdu. Sonra çekti beni kendine, sarıldı bana. Saçlarımı okşadı, yüzümü göğsüne bastırdı.
“Anne beni yatırsana,”
“Yatırayım yavrum.”
Pijamalarımı geçirdim üstüme. Annem yorganı açtı, sıcak ve güvenli yatağıma kıvrıldım, o başucumda saçlarımı okşarken, uykunun tatlı kollarına bıraktım kendimi.

Devamı Var!

Bu yazı Arkası Yarın-Bir Roman Denemesi kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.