11 Mart 2014 – İnziva Dönüşü

O kadar çok şey var ki yazacak, nereden başlasam, bilemedim. Öncelikle şunu belirtmek isterim, kopuk kopuk yazabilirim. Sizi sarmazsa, her an okumayı bırakabilirsiniz, zira aslında ben bu bloğu tamamen kendime notlar şeklinde yazıyorum. Ha bu arada, birileri okuyup beğenirse, bana yorum bırakırsa falan inanılmaz mutlu oluyorum, ama, bu blog aslen benim günlüğüm.

Her şey değişiyor, elbette ben de. Bugün doğruluğuna canı-gönülden inandığım şeylerden yarın şüpheye düşebilirim. O vakit geriye dönüp yazdıklarımı değiştirmeyeceğim. Sadece farkına varacağım. Duygu ve düşüncelerim ne kadar değişmiş, görmüş olacağım.

Gelelim inzivamıza… İnzivadan çok etkilendim. İnci ve Hafizabla ile birlikte gittik Sundance Camp’a. Sundance, Antalya Tekirova’da, deniz kenarında, çok büyük bir arazi üzerine kurulmuş bir kamp. Bir yanı deniz, bir yanı dere, bir yanı da orman ile çevrilmiş. Kamp, mümkün olduğunca doğaya hürmet edilerek kurulmuş. İnsan kendisini ormanın içinde, medeniyetin olmadığı, hatta sanki insan elinin pek değmediği bir yerdeymiş gibi hissediyor. Örneğin, odadan ortak alana/kafeteryaya, ortak alandan yoga yaptığımız platforma/dome’a giderken kullandığımız yollar bildiğin toprak. Hatta yağmurla birleşince epey balçık kıvamına girdi. Bu yollarda herhangi bir aydınlatma yok ve gecenin kör karanlığında ellerimizde fenerlerle dolaşmamız gerekti.

Yoga yaptığımız platform kocaman bir daire şeklinde, zemin ahşap parke kaplı. Buraya ‘Dome’  diyorlar çünkü tepesi bir branda ile kubbe şeklinde örtülmüş. Kubbe çok yüksek, genç bir kadın var, adı Deniz, sanırım oranın sahiplerinden birisi, bu alanda trapez çalışıyormuş.

Evler bir kaç kategoriye ayrılmış, dört bir yanı açık ağaç evler var, incecik sunta-vari bir malzemeden yapılmış bungalovlar var, bir de balayı süiti 🙂 bizim evimiz, kerpiç ev. Bazı evler sobalı, bazıları klimalı. Bizimki, elbette, klimalı. Bazı evlerde duş, tuvalet yok, o evlerin sakinleri ortak alanda duş almak zorunda. Ee bizim konakta duş, tuvalet var, pek tabi. Ben çocuklu olduğumdan, kampın en konforlu evini seçtim. İyi ki de öyle yapmışım. Çünkü, ilk iki gün havalar epey soğuktu ve bardaktan boşanırcasına da yağmur yağıyordu. Sobalı bungalovda kalanlar biraz zorlandılar. Sobalar gecenin bir vakti sönüyor, ev bir anda soğuyor… Biz çok rahat ettik. Evi klima ile ısıttık mıydı, ısı içerde hapsolup kalıyor, malum, kerpiç ısı yalıtımı yapabilen iyi bir malzeme.

Yolculuk rahat geçti. Uçakla Antalya’ya indik. Hafizabla ilk kez uçağa biniyordu ve çok heyecanlıydı. Kadıncağıza bir şey olacak diye çok korktum ama, atlattık. Uçak yolculuğunun ardından, alanda bizi bekleyen otobüse bindik. İnci, otobüs yolculuğu süresince kucağımda uyudu. Antalya’ya, sabah 11 gibi indik. Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. Otobüs yolculuğu da 45 dakika kadar sürdü sanırım. Otobüs bizi kampın girişinde bıraktı. Sundance’in iri yarı bekçi köpekleri karşıladı bizi. Yerler çamur çaylak, çantalar çamurun içinde yüzüyor. Deli gibi yağmur durmak bilmiyor. İnci bu esnada uyandı tabi, kampa girerken her gördüğü şeye şaşırdı, böyle sesli sesli “Aaaa!.., Aaaa!..” dedi durdu. Önce kafeteryaya girdik. İçerde çıtır çıtır soba yanıyordu. 45 ıslak insanız, herkes evine, odasına yerleşme telaşında. Neyse, sağanak altında odamıza yerleştik, klimamızı çalıştırdık. Ve maceramız başlamış oldu.

İlk günden Dome’da toplandık. Ben, Hafizabla ve İnci’yi ortak alanda bıraktım. Sobanın başında, içerde minnoş kediler, dışarda sağanak yağışın sesi… Oh cennet…

Dome epey soğuktu. İçerde kalın kalın battaniyeler bulduk. Hepimiz birer ikişer aldık, battaniyelere sarılı halde matımızın üzerine oturduk. Ve Zeynep Aksoy geldi, ders başladı.

Zeynep Aksoy’un hocalık eğitiminden, kurduğu sistemden, aktardığı bilgilerden çok etkilendiğimi her fırsatta söylüyorum. Ama, bunun yanında, kişiliğinden de çok etkilendim. Enteresan bir aurası, bir karizması var. Biraz çekiniyorum da kendisinden. Öyle, minnoş minnoş, sempatik, “iyilik, güzellik, sevgi… içinde, içinde…” diyen bir hoca değil. Dik bakışlı, lafını esirgemeyen, nerede ne tepki vereceği belli olmayan birisi. Öyle mükemmel bir kimse de değil. Yani, kim mükemmel ki? Demek istediğim şu, mükemmel görünmek telaşında bir kimse değil. Olduğu gibi. Aslında, o hali ile çok naif, çok açık, eleştiriye, yaralanmaya, ya da sevilmeye, takip edilmeye. Her şeyi ile karşımızdaydı, olduğu gibi. Çocuklarını da getirmiş, eşi David Cornwell de oradaydı. David de meditasyon bacağını verdi bize.

Zeynep Hoca bir laf etti, sözcükleri tam hatırlamıyorum da içerik itibarıyla şöyle bir şey dedi: “Ben burada hoca sıfatı ile bulunuyorum ve siz bana şimdiye dek bir hocaya atfettiğiniz sıfatların süzgecinden bakıyorsunuz. Ben bir öğrenci sıfatı ile burada bulunuyor olsaydım, benim hakkımdaki hisleriniz, fikirleriniz, benimle kurduğunuz diyalog çok daha farklı olabilirdi.”

Ay, ne kadar doğru. Ben hoca/öğretmen olarak bana bilgi aktaran kişilerden, ya da otorite olarak karşımda bulunan kimselerden, direktörüm, müdürüm vs., hep çekinmişimdir. Onların uzağında durmuşumdur. Öyle gidip yanlarına oturmam, sohbet etmem, arkadaş olmam. Zeynep Hoca’dan da uzak durdum kamp süresince. Ama, ona o kadar müteşekkirim ki, son gün teşekkür etmek için yanına gittim. Umarım, hissettiklerimi ona geçirebilmişimdir. O benim için çok değerli bir kimse artık.

İlk günkü sağanak yağış durmak bilmedi. Ortak alanda vegan büfeden yemeklerimizi yedik, sobanın etrafında oturup çaylarımızı içtik, sonra birer ikişer evlere dağılmaya başladık ki, bir grup arkadaşımız gidip geri geldi. Yağmurdan dere taşmış, kampa girerken kullandığımız ahşap köprü sular altında kalmış, evlerine gidemiyorlar. Beni aldı bir telaş. Başladım kurmaya, ya yağmur durmazsa, kampın tek girişi bu ahşap köprü, arkamız ağaçlık bir tepe, önümüz deniz. Sular yükselirse ne yaparız, nasıl çıkarız. Çocuk ta var.

Evimize gittik, Hafizabla ve kız yatıp uyudular. İnci inziva süresince kafasını yastığa kor komaz uyudu. Çünkü deli gibi koşturup eğlendi. Her neyse, beni uyku tutmadı. Senaryolar yazıyorum, sel basacak ya, çocuğu nasıl kurtaracağım, onu kuruyorum kafamda. Antalya’da yaşayan bir arkadaşım var, onu arasam, kurtarma ekibi gönderseler, ya da puseti içine koyduğumuz koca naylonu başımıza geçirip dağa mı kaçsak?.. Ara ara yataktan kalkıp camdan bakıyorum, hala deli gibi yağıyor mübarek. Ben böyle yağmur görmedim arkadaş. İki saniye dur, soluklan, yok!..  Neyse ki, sabaha karşı saat birde, nihayet, yağmur durdu ve ben uyudum. Sonraki gün çok daha makul bir yağış vardı. Son iki günde de günlük güneşlik, muhteşem bahar havası.

Günlük programım şöyleydi, sabah 6 kalkış, duş, ortak alanda bitki çayı, birkaç fındık. Bu arada, sabah uyandığımız andan itibaren öğlen bire kadar konuşmak, göz göze gelmek, selamlaşmak yasak! Bu sessizlikten çok hoşlandım. Bu inziva ile birlikte bir şeyden emin oldum, ben kalabalık sınıf ortamında rahat olamıyorum. Hep omuzlarımda bir gerginlik oluyor. O insanların hepsi ile ayrı ayrı çok yakın olsam bile, hepsini bir arada gördüğümde gergin oluyorum. Neden, bilmem. O sebeple, bu sessizlik, bu mola, bu içe dönme bana çok iyi geldi. Oh! Kafeteryaya giriyorum, herkesi tanıyorum ama kimseye selam vermeme, kimse ile göz göze gelerek gülümsememe gerek yok. Ne muhteşem bir duygu!

Bu arada, bir şeyden daha emin oldum. Ben, kadınların yanında daha rahatım. Kadınlarla daha rahat iletişim kurabiliyorum. Erkeklerle hep bir mesafeyi muhafaza ediyorum. Bunda babamın kendimi bildim bileli söylediği, “Evladım erkeklere asla güven olmaz, erkekler kadınları kullanır, her erkek aynıdır…” ve bunun gibi söylemlerinin etkisi olabilir mi, bilemiyorum. Bu söylediklerinin doğru olmadığını biliyorum ama işte, durum budur. (Hahaha, bak şimdi aklıma geldi, babam böyle söyleyip durduğu için bir gün karşısına çıkıp şöyle demiştim: “babacım haklısın, ben de aynen senin gibi düşünüyorum, ama korkmana gerek yok, ben zaten lezbiyenim.” Adamcağızın yüzündeki ifadeyi unutamam, hemen başladı, “Evladım, erkekler çok iyidir, evlilik harika bir şeydir…” hahaha, ben de az değilim yani)

Neyse, kamp koşullarındaydık, ilk akşamdan telefonların sim kartlarını topladılar. Telefon yasak, kitap okumak yasak, gazete okumak, laptopla uğraşmak, internete girmek, fotoğraf çekmek, yasak, yasak, yasak! Sabah 7’den 9’a kadar Dome’da David ile meditasyon. 9’dan 10’a kadar meyve molası, konuşmak hala yasak, meyveden başka yiyecek de yok. 10’da Zeynep ile buluşma. 13:00’a kadar beraberiz. Bunun iki saati self-practice yoga. Herkes kendi pratiğini yapıyor. 13-16 arası öğle molası. Öğlenleri ve akşamları, muhteşem bir vegan büfemiz vardı. Vegan beslenmenin bu kadar doyurucu, tatmin edici, leziz olabileceğini tahmin etmezdim. Vegan yani, her türlü et, süt, süt ürünleri, yumurta, ekmek, makarna, pilav YOK! Ne var, bitki çayları, meyveler, fındık fıstık, her türlü sebze yemeği, salatalar ve kabuklu, esmer pirinç gibi bir malzemeden pilav. Kamp süresince kahve içmedim, siyah çayı da çok sınırlı tükettim, ama bol bol bitki çayı içtim. Bitki çayı içmenin bir faydası şu oldu benim için, siyah çay ile özdeşleştirdiğim hamur işlerini hiç aramadım. Siyah çay içerken aklıma bile gelmeyen meyvelerden bol bol yedim. Bu beslenme tarzı bana kendimi zinde ve hafif hissettirdi ama uzun vadede ne gibi etkileri olur, bilemem.

Ancak, yine de şimdi vegan bir beslenme tarzı uygulamayı düşünmüyorum. Günde bir dilim ekmek, yumurta yerim. Zaten süt hiç tüketmem, yoğurt çok kısıtlı, peynir de öyle. Onları tümden kesmeme değmez. Et de yemem pek. Tavuk hiç tüketmiyorum. Balık da az, çok az. Ancak, ara ara canım bu saydıklarımdan birini ister, o vakit yerim, öyle olması gerektiğine inanıyorum. Kendimi her hangi bir şeyden yoksun bırakmak bana iyi gelmiyor. Her şeyden azar azar yemek benim için daha uygun. Sizi bilmem.

Programa devam edelim. 16’dan 19:30’a kadar yine Zeynep ile birlikteydik. 19:30’da akşam yemeği ve soba etrafında çay sohbetleri. En geç 21-22 gibi de yattık.

Çok iyi geldi bana. İnci’ye de öyle. İnci çok mutluydu. Herkese laf yetiştirdi, koştu, oynadı, çiçek topladı, dereye taş attı, ördekleri besledi, kedileri sevdi, insanlarla sohbet etti… Onu bir apartman dairesine hapis ettiğim için çok üzülüyorum. Doğada, doğa ile iç içe yaşayan bir çocuk meğer ne kadar mutlu oluyormuş. İnanır mısınız, dönmek istemedi. “Kızım dönelim mi artık İstanbul’a, evimizi özledin mi?” diyorum, “Aa!.. No!” diyor. Hahaha, sanırım, Zeynep Hoca’nın çocukları Kali (2 yaşında minnak bir kız) ve Arjuna (5 yaşında yakışıklı bir delikanlı)’dan öğrenmiş. Herşeye “Aa!.. No!..” diyor.

Bence inzivaya bu kadar yağışla başlamış olmak iyi oldu. Hayatımda ilk kez kendimi tümüyle doğaya teslim hissettim. İstanbul’da korunaklı, sıcak evimde değil de doğanın kucağında olmak, bu kadar çaresiz kalmak, hava koşullarından bu kadar etkilenerek yaşamak değişik bir histi. Çetindi, ama bir o kadar da heyecan verici ve güzeldi.

Gelelim, bütün bu altı ay boyunca beni en derinden yakalayan bilgilere, kavramlara, farkındalıklarıma:

1-  Aksiyel Ekstansiyon! Tüm pozlarda omurganın iki yönlü uzatılması. Özellikle arkaya eğilmelerde çok gerekli. Benim bedenim için ise çok gerekliden de öte, ŞART! Sırf bunu öğrenmek bile benim için MUAZZAMdı.

2- Paul Grilley’nin “Anatomy for Yoga” videosu. Kemik kemiğe kompresyon nedir, gördük. Her beden nasıl da farklı, öğrendik. Bedeni poza uyarlamaya çalışmaktansa pozu bedene uyarlamak gerektiğini, bazı bedenlerin ömür boyu yoga yapsa da kemik yapıları müsaade etmediği için bazı pozları yaparken “ideal formda” görünemeyeceğini öğrendik. Bu bağlamda, ellerle yönlendirme yaparken öğrencinin yaptığı pozu derinleştirmeye yönelik bir yönlendirmede bulunacaksan oturup iki kere düşünmen gerekir. Ben şahsen, hele de şu aşamada, asla böyle bir yönlendirmede bulunmam. Bana da bu tarz yönlendirme yapılmasından hiç haz etmiyorum. Bu sebeple, sadece bir dersine girerek bir daha da yamacına uğramadığım bir dolu hoca var.

3- Bhagavat Gita’dan bölüm 5/15:

Yaşamla ilgili en çok sorguladığım şey hep, evrenin adaletsizliği idi. Neden, Orta Doğu’da bir bebek katledilirken, dünyanın başka bir bölgesinde bir diğer bebek pamuklar içinde büyüyor? Allah/Tanrı birdir, kavramını hep Allah’a/Yaratıcıya ortak koşmamak gerektiği olarak algılamıştım. Sonraları “Allah sana şah damarından bile yakındır, Allah sonsuzdur, yani başı sonu yoktur, O her şeyi kapsar” kavramlarını öğrendim. Şu durumda, ben de Allah’tan ayrı değildim yani, ben de O’ydum. Bunu içselleştirdiğimi sanmakla beraber, adalet/adaletsizlik hala çözülememişti kafamda, yine de neden bir canlı rahat bir yaşam sürerken diğeri acılar içinde, algılayamıyordum. İşte tam da bu noktada Bhagavat Gita’dan alıntıladığım aşağıdaki madde bana muazzam yardımcı oldu:

Bölüm 5-15 de beni derinden etkiliyor. Olan biten her şey Tanrı’nın iradesinin bir tezahürü. Yani, ortada işlenmiş bir cinayet var ise, katil de Tanrı, maktul de Tanrı, cinayeti işleten de Tanrı, sonucunda hapis yatacak olan ya da mezara konulacak olan da Tanrı. Bu anlayış ile bakıldığında dünya gayet adil bir yer. Çünkü her şey aynı anda oluyor, bitiyor, ‘aynı anda herkes ve her şey olan Tanrı’, yine aynı anda, her şeyi deneyimliyor. Tüm olan biten, Tanrı’nın iradesinin tezahürü. Bir örümcek nasıl ki ağını yaratır ve onunla oynar, Tanrı da Evren’i yarattı, onunla oynuyor.

4- Hayatta bana en çok ızdırap yaşatan şeylerden biri de, dışardan dayatmalar sonucu, özde “kalem” iken “masa” olmaya çabalamamdı. “Masa” olabilmek için tüm enerjimi ortaya koysam da bir türlü olamadığım için kendimi yargılıyordum. Bhagavat Gita’nın aşağıdaki bölümü bu bağlamda beni etkiledi:

Bölüm 3-33/34 de yine etkileyici: “Tüm canlılar doğal yönelimlerini izlerler. Aksi, ızdırap demektir.”

Yoga Sutralar’da da Patanjali’nin önerdiği bakış açısı böyle… Kendimi sürekli ahlaki normlara ya da ailemin, toplumun, bizzat kendimin Tuğçe’den beklentilerine göre yargılamak yerine, artık tüm bu ahlak kurallarını veya Yoga Sutralarda bahsi geçenleri birer mercek gibi kullanabilir ve araştırmacı bir yaklaşım geliştirebilirim.

“Eylemlerini, seçimlerini yargılama, sadece bir şahit gibi gözlemle.” Bu benim için muazzam bir aydınlanma. Artık -meli/malı’larımı sorguluyorum, mümkünse zihnimde dönen o türkünün sesini kısıyor ve sadece eylemlerime/seçimlerime uzaktan bir şahit gibi, yargılamamayı kendime hatırlatarak bakıyorum. Artık “bencilim, rahatıma düşkünüm, kurumsal hayatı istemiyorum, para biriktiremiyorum, derli toplu değilim, planlı programlı değilim, herkes beni sevsin istiyorum” vb. bir dolu sebep ile kendimi yargılamaktan vazgeçtim. Ama her eylemimin, seçimimin farkındayım. “Tuğçe,” diyorum, “bak şurada bencil davrandın, şimdi söz verdin ve tutmadın, şimdi dedikodu yaptın,” diyorum. Yargılamıyorum, kendime kahretmiyorum da, sadece fark ediyorum, gözlemliyorum. Ama yine de içimde, gelecek sefer daha iyisini yapmaya yönelik araştırmacı bir yaklaşım mevcut. Ancak bu beni yoran, üzen bir durum değil. Aksine, bu durum beni çok eğlendiriyor. Gerçekten bir sinema izler gibi kendi hayatımı izliyorum.

5- Yogaya 5 element merceğinden bakmak;

* Hisleri takip ederek poz bedene uyumlanmalı, beden poza değil – TOPRAK ELEMENTİ

* Nefes hareketi desteklemeli, Nefes ile hareket edilmeli – SU ELEMENTİ

* Gevşek merkez ile kök salmak, uzamak ve genişlemek araştırılmalı (Bandhalar) – ATEŞ ELEMENTİ

* Nefes tutulmamalı, itip çekilmemeli – HAVA ELEMENTİ

* Gözler tek bir noktaya odaklanılarak yerleşilmeli, pozlar arasında akarken, geçişler esnasında da gözlerde hep DRİŞTİ aranmalı ki Yoga Pratiğimiz bir jimnastik çalışmasının ötesine geçebilsin, aynı zamanda bizi meditatif alana davet etsin – ETER ELEMENTİ

6- Advayta Yoga’da (Zeynep Aksoy ve David Cornwell’in takip ettiği ve öğrettiği Yoga Ekolü) Yoga’nın “DİN” konteksti ile değil “SOMATİK TERAPİ” konteksti ile sunuluyor olması.

7- Zeynep Hoca şuna benzer bir söz etmişti: takip ettiğin bir guru olmasına gerek yok, sen kendi kendinin gurusu ol. Eğer yoga hocanın aydınlanmış bir kimse, bir bilge, her şeyi aşmış kişi olmasını bekliyorsan, hayal kırıklığı yaşayacaksın. Herkes aynı yolu yürüyor, yoga hocaları da seninle aynı yolda yolcu, kimi senden önde, kimi geride olabilir. Ama bir hoca yine de öğrencisine ışık tutar, kendi mükemmel olmasa dahi öğrencisinin ilerlemesi için ona gerekli araçları sunabilir.

8- Yin ve Yang yönlendirmeler ile yoga yaptırıyoruz.

Yang yönlendirmeleri güven oluşturur, Yin yönlendirmeleri ise öğrencilere kendileri olmaları için alan sağlar. Yang yönlendirmeleri bedenin hizalanmasına yönelik komutları içermelidir, poza özel emirler ve genel emirler. Yoksa kişinin nasıl hissetmesi gerektiğine dair yönlendirmeleri içermemelidir: örneğin, şevkat ile dolun, sevgi ile dolun, gülümseyin, mutlu olun gibi yönlendirmeler kişinin gerçek hislerini bastırmasına sebep olarak şifalanmasına ket vurur. Zira, olanı değiştirmeye çalışmadan görmek, izlemek, her şeye ‘evet’ diyebilmek, hiç bir şeyi dışlamadan kendimiz olabilmek, içimizde alan yaratarak bastırılmış olanın su yüzüne çıkarılmasına destek verir ve yüzeye çıkan da şifalanır. Bastırılan güdüler, hisler şifanın tam tersi, travma yaratır. Yin Yoga Uygulaması’nda zihin özgür ve nefes özgürdür. Yang uygulamada ise zihin bir niyete odaklıdır, göğsü açmak, bandhaları harekete geçirmek vs için.

Yin diline örnek: Belirli bir duyum arayışı içinde olmadan bedendeki değişen hislerin farkına varın.

Yang diline örnek: İkinci savaşçıda öndeki ayağınızın topuğu ile arkadaki ayağınızın iç kavisini aynı hat üzerinde hizalayın.

Dahası var, ama şu anda burada kesmek zorundayım. Arkası Yarın 🙂

Bu yazı Günlük kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.

11 Mart 2014 – İnziva Dönüşü için 3 cevap

  1. Pınar Söderlund der ki:

    yorumlar hoşuma gidiyo demişsin.. hemen yazayım bir tane..
    yeni mesleğinde yolun açık olsun.. 🙂 umarım hemen öğrendiklerini paylaşma fırsatı bulursun..

  2. tanuka der ki:

    Çok teşekkürler Pınar, umarım dediğin gibi olur. Senin eğitim vermeye başlamakta aceleci davranmamak gerektiğini düşündüğünü biliyorum. Ben de bunu sorguluyorum. Bununla ilgili de yazacağım sanırım…

  3. Pınar Söderlund der ki:

    yok o konuda birbiriyle çelişen görüşlerim var benim aslında 🙂 ne kadar erken öğretmeye başlarsan o kadar ilerliyorsun öğretmenlik işinde.. benimki biraz benim tembelliğimden..

    bi de öğrenme ve öğretme işinde bir dur durak yok. ikisinin de paralel devam etmesi lazım.. 🙂 bildiğin kadarını öğretmende hiç bir sakınca yok bence.. 🙂 böyle adını duydukları ama kendi pratiğinde yapmadıkları şeyleri öğretmeye çalışanlara süper ötesi kıl oluyorum 😛

    ayrıca ben de bu öğretme işinde otorite falan değilim.. kendi deneyimlerimden.. ben hani hergün birbuçuk, iki saat aştanga yapıp bi de turkcell/superonline da çalışırkene.. üzerine bir de günde iki saat ders vermek biraz aşırıydı benim bünyeme 🙂

Yoruma kapalı.